-
İçerik sayısı
1024 -
Kayıt tarihi
-
Son ziyareti
-
Kazandığı günler
10
Everything posted by Feneroin
-
Sony'nin oyun yapımlarını sinemaya ve TV şovuna çevirmeye odaklanan prodüksiyon şirketi PlayStation Productions'ın şu anda PlayStation oyunlarına dayalı çalışmalarda 7 TV şovu ve 3 film dahil olmak üzere toplam 10 projesi olduğunu açıkladı. Sony Pictures'ın CEO'su Tony Vinciquerra, Mediapost'a açıkladığı haberi dile getirdi. Bu projelerden Uncharted filminin post prodüksiyon aşamasında olduğunu ve HBO ile de The Last of Us'a dayanan bir TV dizisini birlikte geliştirdiğini biliyoruz. Oscar Isaac'ın başrolünü üstleneceği Metal Gear Solid filminin bu sayıya dahil olup olmadığı henüz belli değil. Bu bizi en az 6 TV şovu ve bir filmle baş başa bırakır. Şahsen, her ikisi de o kitleye pazarlama için olgunlaşmış göründüğü için, bir Sackboy veya Astro-Bot animasyonlu çocuk şovunun da bir şekilde yer almasını bekliyoruz. Dahası, Sony’nin Siphon Filter ve Twisted Metal gibi bazı efsane olmuş oyunlarının da TV ve film için geri geldiğini görmek isteriz. Ayrıca, her bölümün ana oyundan farklı bir patronla karşılaştığı bir Bloodborne şovu mükemmel bir uyum olacaktır.
-
- uncharted film
- the last of us dizi
-
(1 etiket daha)
Konudaki etiketler:
-
Evde kolayca yapabileceğiniz şalgam suyu tarifi. Şalgam Suyu İçin Malzemeler Yarım kilo siyah havuç 1 adet pancar turpu 1 çay kaşığı toz şeker Yarım su bardağı bulgur 1 çay kaşığı limon tuzu 1 tatlı kaşığı kaya tuzu 5 litrelik turşu bidonu Bidonun içerisine de ılık klorsuz su Hazırlanışı 1. adım: ilk olarak vermiş olduğumuz ölçülerdeki şekeri, tuzu ve limon tuzunu bidonun içerisine boşaltın ve suyun içerisinde karıştırın.2. adım: 1 su bardağı bulguru tülbentin içine koyun ve tülbentin ağzını bağlayıp, suyun içerisine salın.3. adım: Siyah havucunuzu kabuklu haldeyken iyice yıkayın. Daha sonra kabuklarını soyun ve uzunlamasına parçalara ayırın. Parçalara ayırmış olduğunuz siyah havucu suyun içerisine atın.4. adım: Daha sona pancar turbunun kabuklarını soyun ve iri parçalar halinde keserek suyun içerisine atın.5. adım: Bidonun ağzı dolacak şekilde içerisine tekrar su ilave edin. 2 gün arayla kapağını açıp havalandırın. 15 günün sonunda şalgam suyunuz hazır hale gelmiş olacak
-
Ender Saraç şalgam suyunun içilmesini tavsiye edip faydalarını anlattı. Ender Saraç, A, C ve B vitaminleri içeren şalgam suyunun cilt için de faydalı olduğunu söyledi. Dr. Ender Saraç şöyle konuştu: “Şalgam suyu hazmettiricidir. Şalgam suyunun içerisinde bir çeşit laktik asit vardır. Et kebap, ağır yağlı yiyoruz ya, şalgam suyu etin ve ağır yemeklerin hazmedilmesine yardımcı oluyor. Şalgam suyu aynı zamanda çok iyi bir probiyotiktir. Tıpkı kefir gibi, iyi bir yoğurt gibi, tıpkı boza gibi, tıpkı kombu çayı gibi, tıpkı tarhana çorbası gibi şalgam suyu bağırsaklarımızdaki zararlı bakterileri yok ediyor.” EGE’DE BOZA, ADANA’DA ŞALGAM Ege bölgesinde boza tüketildiğini Adana’da ise şalgam suyunun tercih edildiğini söyleyen Saraç şunları kaydetti: “Adana’da probiyotik olarak şalgam suyu içilir. Şalgam suyu, Adana’nın ülkemize kazandırdığı müthiş şifalı bir içecektir. Şalgam suyu kan yapıcıdır. Şalgam suyunu kışın, her gün bir bardak içerim. Ama içerisine bolca limon sıkarım. Şalgam suyu sanıldığı gibi tansiyonu yükseltmez. Çünkü içerdiği antioksidanlar ile uzun vadede hem kalp ve damar sağlığı için çok fayda sağlıyor hem de kansere karşı koruyor. Şalgam suyu içerdiği A vitamini sebebiyle gözler için de büyük şifa kaynağıdır.”
-
Pancarın faydaları nelerdir? Nasıl tüketilebilir? Hangi hastalılara iyi gelir? Kırmızı pancarın faydaları: Sağlığa en yararlı besinlerden biri olan pancar A, B, C, P vitaminleri ve mineraller bakımından da çok zengindir. Kırmızı meyve ve sebzeler çok yüksek antioksidan içeriğine sahiptirler. Pancara kırmızı rengini veren betalain de müthiş etkili bir antioksidandır. Bu özellikleri pancarın faydaları saymakla bitmez. İç organları koruyucu, kalp ve damar hastalıkları gibi kronik hastalıkları engelleyici özellikleri vardır. Kanın temizlenmesine ve karaciğerin zehirlerden arınmasına yardımcı olur. Damarları genişletir, kan dolaşımını kolaylaştırır, tansiyonu düşürür. Yoğun lif içeriği ile hazmı kolaylaştırır, mide ekşimesi sorunlarına iyi gelir. Kansere karşı koruyucu etkileri vardır. Pancar nasıl hazırlanır? Öncelikle küçük veya orta boyda, yaprakları canlı ve sağlam, yüzeyi düzgün, çatlakları lekeleri olmayan, koyu renkli olan pancarları seçmelisiniz. Kullanmadan önce pancarları soğuk suyla, zedelemeden ve içerisinde kırmızı suyu kaybetmeden iyice yıkamalısınız. Kök ve yaprakları da çok dipten kesmemelisiniz. Pancarları temizledikten sonra buzdolabında havası iyice alınmış plastik torbalarda 1 haftaya kadar saklayabilirsiniz. Yıkamazsanız bu süre 3 haftaya kadar çıkar. Pancar nasıl tüketilir? Yapısında bulunan betalainlerin ısıdan zarar görmesini engellemek için pancarın çiğ olarak tüketilmesi önerilir. Çiğ tüketimi için pancar suyu iyi bir opsiyondur. Bu şekilde tüketmek istemiyorsanız pancarı ısıya en az maruz bıraktığınız şekilde tüketmelisiniz. Pancar tüketimini arttırmak için de birkaç önerimiz var: Suyunu kaybetmeden pancar çorbası hazırlayabilirsiniz. Pancarları çok ince dilimler halinde çelik tavada 2 dakika süre ile haşlayabilirsiniz. Haşladığınız kırmızı pancarları garnitür veya salatalarınıza ekleyebilirsiniz. Limon suyu ve zeytinyağı ile marine ederek meze şeklinde tüketebilirsiniz. Bu faydalı sebzenin tüketimini arttırmak için pancar turşusu da önemli bir alternatif
-
- pancar
- kırmızı pancar
-
(1 etiket daha)
Konudaki etiketler:
-
Evlilik denilince akla gelen ilk şeylerden olan yüzük neden takılır? Yüzük takmanın önemi nedir? Evlilik aşamasının başlarında eşlerin birbirine aldığı ilk eşyaları yüzüktür. Yüzük, çiftlerin evli olduklarını gösteren adeta onları birbirine bağlayan evlenirken takılan sembolik bir eşyadır. Hayatımıza girmiş olan evlenirken yüzük takma olayı ne zamandan beri vardır? Eski çağlardan beri hangi amaçla yüzük takılır? Evlenirken Yüzük Takmanın Tarihçesi İlk örneklerine Tunç Çağı’nda rastlanan yüzükler ilk yapıldığı zamanlar çok kaba yapılmış çemberler halindeydi. Ardından Girit ve Miken uygarlıkları yüzüğü işleyip süs eşyası olarak kullanmaya başlamışlardır. Yüzüğün evliliğin simgesi olarak kullanılması Roma döneminden kalma bir gelenektir. Yüzük eski çağlarda evlilik vaadini sembolize eden bir araçtır. Yüzük aynı zamanda Antik Roma‘da kızın ailesine verilen evliliğin bitmesine karşı bir güvenceydi. Erkeklerin aşkının güçlülüğünü ölçmek ise yüzük için kullanılan metallerin değerleriyle ölçülürdü. Hristiyanların geleneğinde ise gelinlerin üç parmağına birden yüzük takılırdı. İnançlarına göre bu yüzükler baba, oğul ve kutsal ruhu temsil ediyordu. Yüzük Neden Sol Ele Takılır? Yüzük, hem eski Mısırlılar hem de Romalılardan beri sol ele takılan sonsuzluğu ve kalıcılığı sembolize eden bir eşyadır. Mısırlıların inancında yüzük parmağında bulunan damarın doğrudan kalbe gittiğine inanılırdı. Bu damara da “Vena Amoris” yani “Aşk Damarı” derlerdi. Bu nedenle yüzük Romalılardan beri sol ele takılır ve erkeklerin sevdikleri kadına olan aşkını temsil eder
-
- evlilik yüzüğü
- nişan yüzüğü
-
(1 etiket daha)
Konudaki etiketler:
-
Deprem anında paniğe kapılmadan sakin bir şekilde yapılması gerekenler nelerdir? Deprem anında paniğe kapılmadan sakin bir şekilde yapılması gerekenler nelerdir? Afet ve acil durumlarda yardıma koşan sadece ülkemizde değil uluslararası bir yardım gerçekleştiren yardım kuruluşu AFAD’ın yayınladığı bilgilere göre deprem anında yapılması gerekenler. Paniğe kapılmayın ve şu üç kelimeyi unutmayın: ÇÖK-KAPAN-TUTUN! Deprem sırasında masa altlarında veya yanında; koridorda da duvarın yanında hayat üçgeni oluşturacak şekilde ÇÖK-KAPAN-TUTUN hareketi ile baş ve boyun bölgesi korunmalı. İlk olarak kesinlikle panik yapılmamalıdır. Öncelikle bulunduğunuz alanda sabitlenmemiş dolap, raf, pencere vb. eşyalardan uzak durulmalıdır. Eğer yanınızda varsa sağlam sandalyelerle desteklenmiş masa altına ya da dolgun ve hacimli koltuk, kanepe, içi dolu sandık gibi koruma sağlayabilecek eşya yanına çömelerek hayat üçgeni oluşturulmalıdır. Baş iki el arasına alınarak veya bir koruyucu görevi görecek (yastık, kitap vb) eşyalar ile korunmalıdır.ve sarsıntı geçene kadar bu pozisyonda beklenmelidir. Güvenli bir yer bulup, diz üstü ÇÖK, Başını ve enseni koruyacak şekilde KAPAN, Düşmemek için sabit bir yere TUTUN. Sarsıntı anında yıkılması daha kolay olan balkona, merdivenlere ya da çıkışlara doğru koşulmamalıdır. Balkonlardan ya da pencerelerden aşağıya atlanmamalıdır. Sarsıntı anında ve sonrasında kesinlikle asansör kullanılmamalıdır. Telefonlar acil durum ve yangınları bildirmek dışında gereksiz yere kullanılmamalıdır. Daha büyük felaketlere yol açacak kibrit, çakmak yakılmamalı, elektrik düğmelerine dokunulmamalıdır. Eğer tekerlekli sandalyede isek tekerlekler kilitlenerek baş ve boyun koruma altına alınmalıdır. Mutfak, imalathane, laboratuvar gibi iş aletlerinin bulunduğu yerlerde; ocak, fırın ve bu gibi cihazlar kapatılmalı, dökülebilecek malzeme ve maddelerden uzaklaşılmalıdır. Sarsıntı geçtikten hemen sonra elektrik, gaz ve su vanalarını kapatılmalı, soba ve ısıtıcılar söndürülmelidir. Bütün güvenlik önlemleri alınarak gerekli olan eşya ve malzemeler (deprem çantası) alınarak bina daha önce tespit edilen yoldan derhal terk edilip toplanma bölgesine gidilmelidir. Okulda sınıfta ya da büroda ise sağlam sıra, masa altlarında veya yanında; koridorda ise duvarın yanına hayat üçgeni oluşturacak şekilde durulmalı baş ve boyun korunmalıdır. Pencerelerden ve camdan yapılmış eşyalardan uzak durulmalıdır. Deprem Anında Açık Alandaysanız Deprem anında açık alanda bulunuyorsanız enerji hatları ve direklerinden, ağaçlardan, diğer binalardan ve duvar diplerinden uzaklaşılmalıdır. Açık arazide çömelerek etraftan gelen tehlikelere karşı hazırlıklı olunmalıdır. Toprak kayması olabilecek, taş veya kaya düşebilecek yamaç altlarında bulunulmamalıdır. Böyle bir ortamda bulunuluyorsa seri şekilde güvenli bir ortama geçilmelidir. Binalardan düşebilecek baca, cam kırıkları ve sıvalara karşı tedbirli olunmalıdır. Deprem anında toprak altındaki kanalizasyon, elektrik ve gaz hatlarından gelecek tehlikelere karşı dikkatli olunmalıdır. Herhangi bir tsunami vb. durumlara karşı deniz kıyısından uzaklaşılmalıdır. Metroda ya da Diğer Toplu Taşıma Araçlarındaysanız Gerekmedikçe, kesinlikle metro ve trenden inilmemelidir. Araçlardan inildiği taktirde elektriğe kapılabilir veya diğer hattan gelen başka bir metro yada tren size çarpabilir. Sarsıntı bitinceye kadar metro ya da trenin içinde, sıkıca tutturulmuş askı, korkuluk veya herhangi bir yere tutunmalı, metro veya tren personeli tarafından verilen talimatlara uyulmalıdır. Deprem Anında Araç Kullanıyorsanız Sarsıntı sırasında karayolunda seyir halindeyseniz;– Bulunduğunuz yer güvenli ise; yolu kapatmadan sağa yanaşıp durulmalı ve kontak anahtarı yerinde bırakılıp, pencereler kapalı olarak araç içerisinde beklenmelidir. Sarsıntı durduktan sonra açık alanlara gidilmelidir.– Araç meskun mahallerde ya da güvenli bir yerde değilse (ağaç ya da enerji hatları veya direklerinin yanında, köprü üstünde vb.); durdurulmalı, kontak anahtarı üzerinde bırakılarak terk edilmeli ve trafikten uzak açık alanlara gidilmelidir. Deprem anında bir tünelin içindeyseniz ve çıkışa yakın değilseniz; araç durdurulup aşağıya inilmeli ve yanına yan yatarak ayaklar karına çekilip, ellerle baş ve boyun korunmalıdır. (ÇÖK-KAPAN-TUTUN) Sarsıntı sırasında kapalı bir otoparkta bulunuyorsanız; araç dışına çıkılıp, yanına yan yatarak, ellerle baş ve boyun korunmalıdır. Yukarıdan düşebilecek tavan, tünel gibi büyük kitleler aracı belki ezecek ama yok etmeyecektir. Araç içinde olduğunuz takdirde, aracın üzerine düşen bir parça ile aracın içinde ezilebilirsiniz
-
Dahiliye bölümünde ki hastalıklar nelerdir? Dahiliye Nedir? İç hastalıkları departmanı çocukluk çağını aşmış bireylerin iç organ sistemleri ile ilgili incelemeleri yapar. Bu sisteme ait organların fonksiyon bozukluklarıyla ilgili teşhis ve tedavi hizmetini verir. Bunun yanı sıra Sağlık hizmeti verdiği her bireyi kendisini hastalıklarda koruması için alınması gereken önlemler konusunda bilinçlendirir ve yönlendirir. Dahiliye, tıbbın bir ana bilim dalıdır;İç Hastalıkları olarak da bilinir. İnsanın sindirim sistemi, hormonal sistemi, kalp, akciğer, böbrek, kan hastalıkları, kanserin dahili tanı ve tedavisi, enfeksiyon hastalıkları, romatizmal ve allerjik hastalıklar, yaşlı hasta grubunun sağlığı ve hastalıkları ile ilgilenir. Genel Dahiliye tıbbın tüm klinik branşlarına temel teşkil eden bir disiplindir. Sağlık kuruluşlarına başvuran hastaların büyük çoğunluğunun problemleri iç hastalıklarının ilgi alanına girmektedir. Üst ve alt solunum yolu hastalıkları, hiper tansiyon, mide-bağırsak sistemi hastalıkları, böbrek hastalıkları, tiroid hastalıkları, şeker hastalığı, romatizmal hastalıklar gibi çok geniş bir skalayı kapsar. Dahiliye, iç hastalıkları olarak bilinen, 6 ana bölümden oluşan bir bilim dalıdır. Bu Bölümler:1. Hematoloji (Kan Hastalıkları)2. Endokrinoloji (Hormon Hastalıkları)3. Gastroentenoloji ( Sindirim Sistemi Hastalıkları)4. Onkoloji (Selim Tümörler ve Kanser Hastalıkları)5. Romatoloji (Romatizmal Hastalıklar)6. Nefroloji (Böbrek Hastalıkları ve Hipertansiyon) Hematoloji Nedir? Kan, kan yapıcı organlar ( kemik iliği, dalak) ve lenf bezlerinden kaynaklanan hastalıkları inceleyen bilimdir.Hematoloji hastalıklarda tanı için kan tahlili dışında lüzumlu hallerde kemik iliği incelemesinde gerekebilir. Başlıca Hematolojik Hastalıklar: • Kansızlık (Anemi) • vitamin B12 eksikliği • Lösemi • Lenfoma • Multipl Myeloma • Kanama, pıhtılaşma bozuklukları • Hemofili Endokrinoloji Nedir? Vücudumuzun sağlıklı çalışmasını düzenleyen pek çok Hormon ve bunları salgılayan organlar bulunmaktadır. Endokrinoloji, bu hormonların az veya fazla üretilmesiyle ortaya çıkan hastalıkları inceler. Bu gruptaki başlıca hastalıklar şunlardır: • Diyabet (Şeker Hastalığı) • Hipertansiyon (Yüksek Tansiyon) • Troid Hastalıkları (Guatr, vb.) • Böbrek Üstü Bezi Hastalıkları • Obezite (Şişmanlık) • Osteoporoz (Kemik Erimesi) • Kolesterol yüksekliği, trigliserid yüksekliği • Kıllanma Gastroenteroloji Nedir? Ağzından, anüse kadar tüm sindirim sistemi organlarının bozukluklarını inceler. (Ağız, Yutak, yemek Borusu, Mide, On iki parmak barsağı, İnce barsak, Kalın barsak, Safra kesesi, Karaciğer, Pankreas) Bu bilim dalında endoskopik tanı yöntemleri ve Ultrason sıkça kullanılır. Bu guruptaki başlıca hastalıklar: Reflü Hastalığı Gastrit Mide Ülseri, Mide Kanamaları Hazımsızlık İshaller Kolitler ( Ülseratif Kolit, Chran ) Kabızlık, Basur ( Hemoroit ) Karaciğer Hastalıkları ( A,B,C Hepatit, Siroz, Karaciğer Yağlanması. Sarılıklar ) Safra Kesesi Taşları ve İltihapları Ailevi Akdeniz Ateşi Pankreas İltihapları Kanserler ( Yemek borusu, Mide, Barsak, Karaciğer, Pankreas )
-
- dahiliye nedir
- dahiliye ne demek
-
(3 etiket daha)
Konudaki etiketler:
-
Ebola yüksek ateşe yol açabilen, iç ve dış kanamalarla seyreden ve hayatı tehdit eden viral bir enfeksiyondur. Ebola nedir sorusunun kısaca cevabı yüksek ateşe yol açabilen, iç ve dış kanamalarla seyreden ve hayatı tehdit eden bir viral enfeksiyondur. Bu hastalık ebola virüsü adı verilen bir mikroorganizma nedeniyle ortaya çıkar. Ebola virüsü, 1970’lerin ortalarında Orta Afrika’da ortaya çıkan salgınlardan beri dünya çapında tanınmaktadır. Hastalığın önemli olmasının nedeni tedavisi için etkili bir ilaç veya aşısının olmayışı ve birçok vakanın ölümle sonuçlanmasıdır. Ebola virüsü nedir? Ebola virüsü, hayatı tehdit eden kanamalara yol açan %50 ile %90 vakanın ölümle sonuçlandığı ateşli bir hastalığa neden olmaktadır. Bu virüs filovirüsler ailesinden bir RNA virüsüdür. İlk salgın olduğu dönemde hastalıktan yaklaşık 260 kişi ölmüştür. Ebola virüsü nasıl bulaşır? Ebola virüsünün kökeni hâlâ kesin olarak tespit edilememiştir. Fakat bazı maymun türlerinin ebola için ana konak olabileceği düşünülmektedir. Meyve yarasalarının patojenin doğal rezervuarını oluşturduklarına inanılmaktadır. Bir teori de virüsün, yarasalardan kalan meyve artıklarını yiyen maymun, domuz ve diğer bazı hayvanlara bulaştığını ileri sürmektedir. Virüs insanlara hayvanların kan ve vücut sıvıları ile temas sonucu bulaşır. Direkt hayvanlardan insanlara bulaşabildiği gibi insandan insana da kan ve vücut sıvıları ile temas sonucu bulaşabilmektedir. İdrar, dışkı, kusmuk, gözyaşı ve anne sütü gibi aklınıza gelebilecek bütün vücut sıvılarında virüs saptanmıştır. Hastalarla yakın temas halinde olduklarından enfeksiyon için önemli bir risk grubu sağlık çalışanlarından oluşmaktadır. Hastalığın tedavisi olmadığından korunmada bulaşıcılığın önlenmesi esastır. Bu nedenle hasta hayvanlar en kısa zamanda karantinaya alınmalıdır. Ölü hayvanların cesetleri dikkatlice yok edilmelidir. Bu hayvanların etleri, özellikle de çiğ etleri tüketilmemelidir. Hastalığa neden olan 5 farklı Ebola virüsü grubu tespit edilmiştir. Bu viral gruplardan üçü, insanlarda büyük salgınlara neden olmuştur. Pek çok tropik enfeksiyondan farklı olarak ebola virüs enfeksiyonunun sivrisinek ısırığı yoluyla bulaştığı şimdiye kadar saptanmamıştır. Ebola hastalığının belirtileri Virüsün bulaşması ile belirtilerin ortaya çıkmasına kadar geçen süre 2 ile 21 gün arasında değişiklik gösterir. Görülebilen önemli belirtilerden bazıları baş ağrısı, vücutta yaygın ağrılar, yüksek ateş, gözlerde konjunktivit, kanamalar, bulantı ve cilt döküntüleridir. Bunlara ek olarak böbrek ve karaciğer fonksiyon bozuklukları da görülebilmektedir. Kan sayımında beyaz kan hücreleri ve trombosit sayısında azalma vardır. Hastalığın başlamasından birkaç gün sonra bile, özellikle mukoza zarlarından kaynaklanan ciddi iç ve dış kanamalar meydana gelebilir. Görülebilen tüm bu belirtiler ebola hastalığına özgün olmayıp diğer başka ciddi enfeksiyonlarda da ateş, kanama ve organ hasarı meydana gelir. Bu da doktorların başlangıçta doğru bir teşhis koymasını güçleştirir. Ebola’nın seyrinde, çeşitli sıklıkla çeşitli organlarda yetmezlikler gelişir. Ek olarak beyin iltihabı oluşabilir ve bu prognozu daha da kötüleştirir. Ciddi vakalar septik şoka benzer ve ölüm oranı yüksektir. Hastalıkta ölüm sebebi genellikle kalp yetmezliğidir. Ebola tanısı Özellikle hastalığın erken evresinde, ebola ile sarı humma, lassa humması, dang humması veya sıtma gibi diğer bazı hastalıklar arasındaki ayrım zordur. Bu nedenle şüpheli vakalarda hastalar erken dönemde karantinaya alınmalıdır. Patojen her şeyden önce kanda ve aynı zamanda deride de tespit edilebilir. Ebola virüsü için incelemek üzere numuneler alınır. Virüse karşı antikor oluşumu genellikle sadece hastalığın ileri evrelerinde oluşur. Ebola virüsü ile çalışmak ve ebola enfeksiyonu olduğundan şüphelenilen hastalardan örnekleri incelemek için sadece çok yüksek güvenlik düzeyine sahip özel laboratuvarlara izin verilir. Ebola’dan şüphelenilirse, hastanın kan değerleri de yakından izlenir. Ek olarak, kanama veya bozulmuş organ fonksiyonu için yakın takip gereklidir. Ebola hastalığı tedavisi Şimdiye kadar, ebola için etkili bir tedavi yöntemi bulunamamıştır, bu yüzden ölüm oranı hâlâ çok yüksektir. Aynı şekilde, standart tedavi önerileri de yoktur. Antiviral bir ilaçla tedavi düşünülebilir, ancak benzer viral hastalıkların aksine başarılı olma ihtimali düşüktür. Bir ebola enfeksiyonu için önemli olan, hastaların yoğun bakım altına alınmasıdır. Başarılı bir tedavi için elektrolit ve sıvı desteği önemlidir. Böbrek yetmezliği için diyaliz gibi hızlı bir organ değiştirme prosedürü başlatılmalıdır. Ancak, ne yazık ki ebolanın ortaya çıktığı ülkelerde (Orta Afrika), bu tür tıbbi müdahaleler çoğu zaman mümkün olmamaktadır
-
And Dağlarının zirvesinde olan İnka antik şehri Dünyanın yeni yedi harikasından biri olarak seçilmiştir. Machu Picchu Hakkında Machu Picchu, bugüne kadar çok iyi korunarak gelmiş olan bir İnka antik şehridir. 7 Temmuz 2007 tarihinde Dünyanın Yeni Yedi Harikası’ndan biri olarak seçilmiştir. And Dağları’nın bir dağının zirvesinde, 2.360 m yükseklikte, Urubamba Vadisi üzerinde kurulmuş olup Peru’nun Cusco şehrine 88 km mesafededir. And Dağları’nın bir dağının zirvesinde, 2.360 m yükseklikte, Urubamba Vadisi üzerinde kurulmuş olup Peru’nun Cusco şehrine 88 km mesafededir. Şehir, İnkalı bir hükümdar olan Pachacutec Yupanqui tarafından 1450 yılları civarında inşa ettirilmiştir. İspanyol istilacılar 1532 yılında buraları işgal ederken sık dağlar arasında kalmış bu şehir, istilacılar tarafından fark edilmemiş ve bu sayede zarar görmemiştir. Machu Picchu 200’den fazla merdiven sistemiyle birbirine bağlı olan taş yapıdan oluşur. Şehrin 3000 basamağı bugün hâӀâ gayet iyi durumdadır. Kuruluş amacı ve anlamı bugüne kadar gelmiş olan tartışma konusudur. Günümüze gelmeyi başarmış bilimsel kanıt içerikli çok fazla ipucu bulunmamasından sadece tahminler yapılabilmektedir. Bu yüzden o zamanlardaki adı bilinemeyen şehir, ismini bugün yakınlarda olan bir dağ zirvesinden almıştır. Şehrin tarım alanı olarak kullanılan teraslardan oluşan bölümleri, Eski Zirve (Keçuva dilinde: Machu Picchu) denen dağın eteklerindedir. Şehrin sonunda ise Genç Zirve (Keçuva dilinde: Wayna Picchu) yükselir. Şehirde içinde 100’den fazla insan iskeletinin bulunduğu 50 adetin üzerinde mezar keşfedilmiştir (ilk başlarda bunların %80i kadın olduğu sanılmış, ama sonraki incelemelerde eşit dağılım olduğu tespit edilmiştir). Bu keşfe istinaden şehrin, İnkalar’ın yetiştirme ve disiplin yeri olduğu teorisi geliştirilmiş. Ancak zamanımızda bu teori geçerliliğini yitirmiş durumdadır. Daha çok bugün kabul gören teori, şehrin 700’den fazla İnka asil ve din adamına ev sahipliği yapmış olduğudur. 1912 ve 1913 yıllarında Bingham, şehri ortaya çıkarmaya başladı. 1915’te Machu Picchu araştırmalarıyla ile ilgili bir kitap yayınladı. National Geographic Society’nin Nisan 1913 sayısını Machu Picchu şehrine ithaf etmesiyle meşhur oldu. Şehrin aslında 2 yıl öncesinden keşfedildiği; ama şehrin altınlarının ABD’ye götürülmesi için Bingham’ın zaman kazanmak istediği iddia edilmektedir. Diğer bir yerlilerin iddiası ise, köylülerin çoktan 1901 yılında şehri keşfetmiş olduğu ve Bingham’ın keşfinin tesadüf olmadığıdır. Machu Picchu Güney Amerika’nın en çok turist çeken yerlerinden biridir. Her gün günlük 2000 kişi ziyaret eder. UNESCO harabelerin zarar görmememesi için bu sayının en fazla 800 olmasını talep etmektedir.
-
- inka antik şehir
- and dağları
-
(2 etiket daha)
Konudaki etiketler:
-
Granada’da Gezilecek Yerlerden Bazıları Granada’ya gittim diyebilmek için olmazsa olmaz yer El-Hamra Sarayı… .. Emevi devletinin devamı olarak Nasiriler tarafından 1232 yıllarında temelleri atılmış. Çeşitli eklemelerle de günümüzdeki görkemli haline kavuşmuş. Günümüze kadar bu kadar güzel korunarak ulaşmış olması, İslam mimarisinin en güzel örneklerinden biri olması, o sıcağın ortasındaki havuzlar ve bahçeler… her detayı ile hayran olunacak iyi ki de gezmiş dedirtrcek bir yer El-Hamra. 1. Endülüs’ün İncisi: El Hamra Sarayı El Hamra Sarayı, İspanya’nın Endülüs bölgesindeki Granada kentinde yer alan, Arap mimarisinin Qalat Al-Hamra örneğinde yapılan saray ve kale yapısıdır. Saray, ilk olarak MS 889’da Roma döneminden kalan surların üzerinde küçük bir kale olarak inşa edildi. Dünyanın yedi harikasından biri olan ve İslam medeniyetinin ulaştığı en üst seviyeyi temsil eden yapılardan biri olan El Hamra, Binbir Gece Masalları’ndaki gerçeküstü saraylara benzetiliyor. Dünyanın başka hiçbir yerinde Allah adını bu kadar çok zikreden sütun, kemer, kubbe, tavan, kapı ve duvara sahip saray bulunmaz. İslam medeniyetinin ulaştığı en üst seviyeyi temsil eden yapılardan biri olan El Hamra, dünyada insan eliyle yapılmış en büyük eserlerden. İspanya’nın Grana’da şehrinin merkezinde yer alan sarayın temelleri, Endülüs Emevilerinin devamı olan Beni Ahmer Sultanlığı döneminde atıldı. “Buraya İslam’ın beş şartı bilinmeden girilmez”… Arapça’da “Kırmızı Saray” anlamına gelen El Hamra, Granada, İspanya’da bulunur. El Hamra, ismini ise duvarlarının kırmızılığından dolayı alır. Bu saray, tüm şehri ayakları altına alabilecek stratejik bir noktada konuşlandırıldı. Nasriler Devleti’nin kurucusu Muhammed Bin Ahmer’in isteğiyle, 1232 yılında temeli atıldı. Nasrililerin bölgedeki hâkimiyeti süresince ise El Hamra Sarayı daha da büyütüldü. Şehirler Hristiyan işgaliyle ve katledilen Müslümanlarla doluyken bile sarayın yapımının durmadı. El Hamra Sarayı, önceden tespit edilmiş bir plana göre yapılmayıp çeşitli ihtiyaçlar, emirlerin şahsi zevkleri gibi çeşitli hususlar sarayın değişik biçimde gelişmesine sebep oldu. Rivayete göre, yapımı 250 yılda tamamlanan sarayın girişinde askerler, saray inşaatına girecek olanları durdurur: “Buraya İslam’ın beş şartı bilinmeden girilmez” derlerdi. El Hamra, birbirine bağlı sayısız odalardan, geniş avlulardan oluşur. Fakat El Hamra’yı benzersiz kılan mimarideki kusursuz ahenktir. Sayısız yapıların hepsi, uyum içerisindedir. Bu saray, İslam mimarisinin o dönemde geldiği en üst noktalardan biri olarak gösterilir. Âlimler, El Hamra Sarayı’nın kubbesindeki bu minik yapıların, Hira Mağarası’ndan esinlenilerek yapıldığını düşünüyorlar. Saraya giren konuklar, güneşin geliş açısına göre hazırlanan sultan makamında, sultanı hemen görmezdi. Arkadaki güneş gözlerini kamaştırmasından dolayı, sultan sadece bir siluet olarak görüyordu. Gelen konuğun gözleri güneş ışığına alışmaya başladıktan sonra, yavaş yavaş sultanı görmeye başlardı. Dünyanın yedi harikasından birisi olarak nitelenen El Hamra, Binbir Gece Masalları’nda betimlenen gerçeküstü saraylara da benzetiliyor. 2. Kraliyet Şapeli Kraliyet Şapeli, 1506 ile 1521 yılları arasında Katolik Hükümdarlar için, Enrique de Egas tarafından yapılmıştır. Tamamıyla gotik tarzda inşa edilen şapelde, Ferdinand ve Isabel ile kızları Juana la Loca ve onun eşi Felipe el Hermoso’nun figürleri yer alır, lahitleri ise mezar odasındadır. Yapının içerisinde ayrıca Ferdinand ve Isabel’in yönetimini simgeleyen objeler olarak; Isabel’in sanat koleksiyonu, tacı ve asası, Ferdinand’ın kılıcının sergilendiği müze yer alır. 3. Flamenkonun Doğduğu Yer Mükemmel bir Elhamra Sarayı ve Sierra Nevada Dağları manzaraları sunan Sacromonte mahallesi, Albaicin’in doğusunda konumlanır. Flamenkonun doğduğu yer olarak kabul edilen Sacromonte’nin mağaralarında, geçmiş dönemlerde çingeneler yaşar idi. Günümüzde Sacromonte’de yaşayan çingene kalmamıştır ancak turistik filamenko gösterileri halen düzenlenmektedir. Mimari bakımından Albaicin’i andırsa da buradaki evler, mağaraların oyulmasıyla inşa edilmiştir. 4. İspanya’nın 2’nci Büyük Katedrali Granada Katedrali, şehrin tarihi merkezi olan Centro bölgesinde konumlanmaktadır. İspanya’daki diğer katedrallerin aksine; inşa edilmesi için Müslümanların şehri terk etmesi bekleniyordu. Katedralin yapımına, Katolik hükümdarların isteği ile Enrique de Egas’ın Gotik tarzdaki tasarımına uygun olarak 1523 yılında başlanmıştır. Katedralin inşası, ön cepheyi de tasarlayan rönesans ustası Diego de Siloe’nin yönetiminde devam etmiştir. Granada Katedrali, İspanya’nın ikinci en büyük katedralidir
- 1 yanıt
-
- francisco de icaza
- granada
-
(3 etiket daha)
Konudaki etiketler:
-
Yaşamını İspanya’da geçirmiş olan ünlü Meksikalı şair Francisco de Icaza'nın da dediği gibi “Hayatta Granada’da kör olmaktan daha hüzünlü bir şey yoktur.” Düşler Şehri 'Granada' Gırnata veya Granada, İspanya’nın Endülüs bölgesinde bulunan Granada ilinin baş şehridir. Endülüs Emevileri’nden kalan El Hamra Sarayı ile ünlüdür. Müslüman ve İspanyol kültürünün iç içe olduğu, Batı ve Doğu’nun bir potada eridiği, hem dünyevi hem de ruhani zevklere hitap eden şehir Granada.. Dillere destan Al Hamra Sarayı için bile görülmeye değer bu şehir, lezzetli tapasları, flamenco şovları ve yüzyıllar öncesine dayanan tarihi mimari eserleri ile Avrupa’nın gözdelerinden birisi. İspanya’nın Endülüs Özerk Bölgesi’nde konumlanan Granada, Endülüs Emevileri’nden kalan El Hamra Sarayı ile ünlüdür. Şehir, Gırnata adı ile de anılmaktadır. Granada, ‘Endülüs’ün Aynasıdır’ ve Endülüs’ün çoşkusunu, tutkusunu ama aynı zamanda hüznünü de taşır sokaklarında; çünkü o da tıpkı Endülüs gibi devasa, görkemli tutkulardan muzdariptir. Yaşamını İspanya’da geçirmiş olan ünlü Meksikalı şair Francisco De Lcaza’nın da dediği gibi “Hayatta Granada’da kör olmaktan daha hüzünlü bir şey yoktur.” Düşler şehri ‘Granada’… Endülüs’ün Kalbi; Düşler Şehri ‘Granada’ Bazı şehirler ve bölgeler vardır; görmeden çok önce hayal etmeye başlarsınız. Haklarında o kadar çok şey yazılmış ve söylenmiştir ki bunlardan hangilerinin gerçek, hangilerinin üretilmiş birer efsane olduğunu gidip görmeden asla bilemezsiniz. Ve sonunda da kendi gözlerinizle gördüğünüzde önceden duyduklarınızın, okuduklarınızın bir bölümünün doğru olduğunu görürsünüz, bir bölümü ise kökten değişir. Endülüs bu bölgelerin en mükemmel örneklerinden biridir: Gitmeden hakkında çok şey bildiğinize inandığınız, hatta görmeye gerek olmayacak şekilde görmüş gibi hissettiren bir coğrafya… Oysa Endülüs bir turist olarak ziyaret etmenin ötesinde ancak tecrübe edilebilecek bir iklimdir; topraklarında dolaşmak bir seyahatin ötesinde bir deneyimdir, tarih, kültür ve medeniyet içinde bir tür hac yolculuğudur. Granada, Barselona’dan sonra İspanya’nın en büyüleyici şehri olarak kabul edilir. Birçok kültürel mirasa ev sahipliği yapan şehir, ülkenin en turistik şehirleri arasında yer alıyor. Şehir, Sierra Nevada dağının eteğinde, Beiro, Darro, Genil ve Monachil nehirlerinin kesişim noktasında konumlanır. 20’nci yüzyılın en önemli gitarcısı olarak bilinen İspanyol müzisyen Andres Segovia, Granada’yı; “Tanrı’nın ruhuma müzik tohumu attığı rüya kenti” olarak tanımlar. ‘Gelecek nesiller için zerafetin şarkısını söylemektir’… Sanıldığının aksine Endülüs İspanya değildir ama Endülüs Avrupa Medeniyeti’nin derinliklerine inmek, onun önemli ve görece az hatırlanan bir dönemine tanıklık etmektir. Endülüs’ün ateşinden beslenmiş en önemli evlatlarından biri olan Lorca’nın dediği gibi Endülüs’te yolculuk ‘Gelecek nesiller için zerafetin şarkısını söylemektir.’ Ve o yüzden de bugün İspanya dediğimiz ve bambaşka ülkelermiş gibi farklı kültürlere ve hatta dile sahip 17 otonom bölgeden ve 2 otonom şehirden oluşan adem-i merkeziyetçi politik ve idari yapı içinde Endülüs hiç de mütevazi olmayan bir şekilde diğer bölgelere göre özeldir, önemli bir ayrıcalığa sahiptir. Granada, Reconquista’nın sonuna yaklaşıldığı 14. ve 15. yüzyıllarda Endülüs’teki en önemli Arap-Müslüman kentiydi ve karşı konulmaz İspanyol-Hristiyan ilerleyişi önündeki son kaleydi. El-Hamra ile Endülüs’e Müslüman Araplar son ve en görkemli imzalarını attılar. Politik ve askeri olarak güçlerini neredeyse kaybetmiş olmalarına rağmen sanat ve mimari alanında medeniyetlerinin doruk noktasına ulaşmışlar ve Granada’ya öyle izler bırakmışlardır ki bugün Granada’yı hala Arap-Müslümanların yönettiğini bile düşünebilir ziyaretçileri; özellikle de El-Hamra’nın gölgesinde. El-Hamra tek başına Endülüs’teki 700 yıllık Arap-Müslüman eğemenliğini temsil eder. Günümüzde Endülüs toplamda sekiz şehirden meydana gelir: Almeria, Cadiz, Cordoba, Granada, Huelva, Jaen, Malaga ve Sevilla. Endülüs’ün her şehri Italo Calvino’nun ‘Görünmez Kentler’’de dediği gibi ‘Anılardan gelen dalgayı bir sünger gibi çeker ve genişler.’ Endülüs’te her kentin bugün aldığı biçim itibariyle geçmişi de içeren bir ‘anlatısı’ vardır ve bu anlatılar ortak noktalara sahip oldukları kadar kendilerine has karakteristikleri de içerirler. Bu durum Endülüs’ü zenginleştirdiği gibi bölgede yer alan her bir şehrin ayrı ayrı ziyaret edilmesini de zorunlu kılar. Yine de bir seçim yapılması gerekirse bu şehirler içinde beş tanesi, Cadiz, Cordoba, Granada, Malaga ve Sevilla gerek doğal güzellikleri gerekse de tarihi ve kültürel atmosferleri ile sadece İspanya’nın ve Avrupa’nın değil dünyanın en güzel şehirleri arasında yer alırlar… Ve elbette ziyaret edilmeyi ve üzerinde düşünülmeyi hak ederler. Kısaca Endülüs’ün Tarihi Emevî Devleti’ne bağlı Berberî asıllı bir komutan olan Tarık bin Ziyad 710 ya da 711 yılında Cebelitarık Boğazını geçerek İber Yarımadası’na ulaşır ve bir rivayete göre geri dönüş olamaması için gemileri yakar ve ölümüne savaşır. O zamanlar İber Yarımadası Germen asıllı Vizigotların elindedir. Kısa bir süre içerisinde Vizigotlar dağılır ve İber Yarımadası Müslümanların eline geçer. 750’li yıllara kadar Emevî Devleti’ne bağlı bir valilik konumundadır. Ancak Abbasiler Emevî Devleti’ni yıkar ve neredeyse o soydan gelen tüm hanedan üyelerini kılıçtan geçirir. Bu kılıçtan geçirilme hâdisesinden kurtulanlardan biri Halife Hişam b. Abdulmelik’in torunlarından biri olan Abdurrahman b. Muaviye idi. Önce Kuzey Afrika’ya kaçtı daha sonra 755 yılında Endülüs’e geçip burada taraftar toplayıp Emevî hanedanlığını 756 yılında kurdu. Bir taraftan bazı fitneler ve otorite boşlukları sebebiyle bir yandan da durmayan Hristiyan akınları nedeniyle bu güzel topraklar sırasıyla Endülüs Emevileri, Müluku’t-Tavaif, Murabıtlar, Muvahhidler ve en son ‘Gırnata’ da kurulan Nasriler dönemlerinden geçti. Gırnata Emirliği veya Ahmer Devleti (Kızıloğulları Devleti), başkenti Gırnata olan bu devlet Muhavvitlerin Las Navas de Tolosa Savaşı’nda Hıristiyanlara yenilmesinin ardından 13.yüzyılın başlarında kurulmuştur. Bu devlet, İber yarımadasında en uzun hüküm süren Müslüman devlet olmuştur.
- 1 yanıt
-
- francisco de icaza
- granada
-
(3 etiket daha)
Konudaki etiketler:
-
Karadeniz bölgemizin güzide şehirlerinden Samsun’un Vezirköprü ilçesinde bulunan bu görkemli doğa harikası Türkiyemizin cennet köşelerinden Şahinkaya Kanyonu. Etrafını yalçın kayaların sardığı serin ve dingin sularıyla bu gördüğünüz büyüleyici manzara her ne kadar Vikingler dizisini andırsada burası Türkiyemizin cennet köşelerinden Şahinkaya Kanyonu… Karadeniz bölgemizin güzide şehirlerinden Samsun’un Vezirköprü ilçesinde bulunan bu görkemli doğa harikası yerli ve yabancı turistlerin yeni yeni keşfetmeye başladığı bir seyahat rotası haline gelmiş durumda. Mevsimlerin kattığı renklerle bezenen Şahinkaya Kanyonu aynı zamanda doğa fotoğrafı tutkunlarının da vazgeçilmezi. Vezirköprü ilçe merkezine 20 kilometre mesafede ki kanyon 3.250 metre uzunluğuyla Türkiyenin en büyük ikinci su kanyonu unvanına sahip ve yer yer 100 metre derinliğe ulaşıyor. Kanyonu oluşturan kireçtaşı kayalarında ise pek çok doğal mağara bulunuyor. Alanın ana bitki örtüsünü kızılçam ve meşe oluşturuyor. Zeytin, akçakesme, ardıç, süpürge çalısı, menengiç, yabani nar, diğer ağaççık ve çalı grupları da alanda mevcut. Kanyon sınırları içerisinde; karaca, kurt, tilki, sincap, porsuk, yaban kedisi, su samuru, sülün, üveyik, şahin, kaya kartalı ve saka gibi hayvan türleri de tespit edilmiş. Turizmi canlandırmak ve dünyaca tanınır hale getirmek için Şahinkaya Kanyonu ve çevresi 2012 yılında ulusal turizm bölgesi ilan edildi. Doğa yürüyüşleri, kano, tekne turu, sportif olta balıkçılığı, su altı dalış, yamaç paraşütü, yüksekten atlama, ve çadır kampları gibi aktivitelerle özellikle maceraperestleri kendisine çekmeye devam ediyor
-
Göbeklitepe; özellikle son yıllarda kendinden daha fazla bahsettiren tarihi bir hazine. Harran Ovası’na hakim bu tarih öncesi yerleşimin sınırlı bir bölümü kazılsa da, sıra dışı bulguları Neolitik Çağ’la ilgili pek çok bilgiyi altüst etti. Yerleşim yeri olarak kullanılmadığı bilinen ve tapınmaya hizmet eden Göbeklitepe, şaşırtıcı anıtsal mimarisiyle 2018 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi‘ne girdi. Türkiye’de de’’ 2019 Göbeklitepe Yılı” ilan edildi. Henüz küçük bir bölümü çıkarılan Göbeklitepe, yaklaşık 12 bin yıllık geçmişiyle insanlık tarihini değiştirdi. Dünyanın bilinen en eski ve en büyük tapınma (kült) merkezi sayılan Göbeklitepe ile dinsel inanışın yerleşik yaşama geçişteki etkisi kanıtlandı. Göbeklitepe, 1963’te İstanbul ve Chicago üniversitelerindeki araştırmacılar tarafından keşfedildi. Sadece “Göbekli Tepe Ziyareti” olarak bilinen bir yükseltiyken arkeolog Prof. Klaus Schmidt tarafından yapılan kazılar sonunda dünyanın konuştuğu bir yer haline geldi. Göbeklitepe öylesine eski bir tarihe sahip ki, buranın keşfine kadar bilinen en eski tapınak Malta’da ve 5000 yaşında. Göbeklitepe ayrıca Stonehenge’den 7000, Mısır piramitlerinden ise 7500 yıl daha yaşlı. Şimdiye dek süren kazılarda ortaya çıkan ibadet yerlerinin merkezinde iki büyük dikilitaş yer alıyor. T biçimindeki dikilitaşların her biri ortalama 6 metre yüksekliğinde ve 40 ton ağırlığında. Arkeologlar, sütunların stilize edilmiş insan tasvirleri olduğunu savunuyor. Öyle ki, sütunlarda yüz motifi olmasa bile o zamanlarda insanların giydiği peştemaller bu taşlara resmedilmiş. Bir diğer görüş ise yüz motifi olmamasından dolayı sütunların resmedilmiş ilk tanrıların olabileceği. Bu taşlar, bu doğrultuda Göbeklitepe’nin dünyanın en eski ibadet yeri olduğunu yeniden kanıtlıyor. Bu dikilitaşlar aynı zamanda yırtıcıların ağırlıkta olduğu muazzam hayvan figürleri ile bezeli. Yüksek rölyeflerdeki hayvan figürleri birer muhafız gibi resmedilmiş. Bu muhafızlar, dikili taşların muhafızları gibi düşünülüyor. İnsanlığın gelişiminin bir dönüm noktası olan Göbeklitepe’teki sütunlar ve oymalar insanlığın tabiat karşısındaki yeni konumunu da ortaya koyuyor. Peki, “İnsanlık tarihinin sıfır noktası” ve “medeniyetin doğduğu yer” olarak adlandırılan bu tarihi alanı daha yakından tanımaya ve tarihin gizemli kapılarını aralamaya ne dersiniz? Şanlıurfa’nın Tarih Hazinesi “Göbeklitepe” Tarih boyunca kültürel evrimimiz hepimizin bildiği gibi şu şekilde gerçekleşti; Tarım yerleşik hayata geçmemize, dini öğretiler geliştirmemize ve ibadet yerleri inşa etmemize imkân tanıdı. Küçük yerleşimler şehirleri, şehirler ise güçlü medeniyetleri oluşturdu. Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün desteğiyle süren kazılardan elde edilen bulgulara göre, Göbeklitepe bu ezberi bozuyor. Göbeklitepe, kültürel evrimin tarımdan önce gerçekleştiğini adeta ortaya koyuyor. Bunu tetikleyen şey ise elde edilen bulgulara göre din unsuru. Günümüzden tam 12.000 yıl önce inşa edilmiş Göbeklitepe’deki kalıntılara göre aynı çatı altında toplanmak için önce ibadet yeri yapılmış. Sonrasında ise tarım hayatına uzanan yepyeni bir süreç başlamış. Göbeklitepe’de yapılan kazılar sonucu elde edilen bulgular, medeniyetlerin oluşmasına neden olan şeyin tarımdan önce din olduğunu ispatladı. Bildiğimiz sıralama da değişmiş oldu. T.C Şanlıurfa Valiliğinin verdiği bilgilere göre; Arkeolojik bir mevkii olarak ilk kez 1963 yılında, Türk ve Amerikan bilim adamlarının yaptığı bir yüzey araştırması sırasında tespit edilmiştir. Bu çalışmayla ilgili sonuçlar, Peter Benedict tarafından 1980 yılında yayımlanmıştır. Göbeklitepe, Şanlıurfa İli’nin 15km kuzeydoğusunda, merkeze bağlı Örencik Köyü yakınlarındaki dağlık alan üzerinde yer almaktadır. Seçilen alan, diğer Neolitik Dönem yerleşim yerlerinde olduğu gibi su kenarı, vadi ya da ovada olmayıp, Harran Ovası’nı kuzeyde sınırlayan uzun bir yükselti silsilesi üzerinde, görüşe ve manzaraya hâkim bir konumda bulunmaktadır.300 m. çapında ve 15m. yüksekliğindeki Neolitik Dönem´in ilk evrelerine ait Göbeklitepe’nin topografik özelliklerinden ve yer seçiminden dolayı, ilk fark edildiğinde şimdiki önemi anlaşılamamış olup, tepenin her yerinde rastlanan kireçtaşı blokları nedeniyle buranın bir mezarlık olduğu kanısına varılmıştır. 1995-2006 yılları arasında Şanlıurfa Müze Müdürlüğü başkanlığında, Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Prof. Dr. Harald Hauptmann ve daha sonra Dr. Klaus Schmidt ve ekibinin katılımıyla kesintisiz kazı çalışmaları gerçekleştirilmiştir. 2007 yılından itibaren Dr. Klaus Schmidt başkanlığında Bakanlar Kurulu Kararlı Kazı statüsüne geçmiştir. Şimdiye kadar yapılan kazı çalışmaları sonucunda, Göbeklitepe’de 4 tabaka açığa çıkartılmıştır. En üstteki I. Tabaka, tarım yapılan yüzey dolgusu olup, geriye kalan 3 tabaka ise Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem’e tarihlenmektedir. Göbeklitepe’de stratigrafi en üstten alta doğru şu şekilde izlenmektedir. I.Tabaka: Yüzey dolgusuII. A. Tabaka: Dikilitaşlı Köşeli Yapılar (M.Ö. 8.000-9.000).II.B. Tabaka: Yuvarlak-Oval Yapılar (Ara tabaka).III.Tabaka: Dikilitaşlı Dairesel Yapılar (M.Ö. 9.000-10.000). Çanak Çömleksiz Neolitik-A ve B Evresi arasında bir geçiş tabakası özelliği gösteren II B. Tabakası’nda, bu dönemin karakteristik özelliklerini taşıyan yuvarlak ya da oval planlı yapılar açığa çıkartılmıştır. Gene Çanak Çömleksiz Neolitik-A Evresi’ne tarihlenen ve Göbeklitepe’nin en önemli tabakası olan III. Tabaka’da ise dikilitaşlarla çevrelenmiş büyük dairesel planlı yapılar dikkat çekmektedir. Kültle ilişkili olduğu düşünülen bu yapılar, T biçimli dikilitaşların belli aralıklarla dairevi şekilde dizilmesi ve etrafının duvarlarla çevrilmesiyle oluşturulmuştur. Merkezde karşılıklı ve kenarlardakine oranla daha büyük iki dikilitaş yer almaktadır. Merkezde bulunan dikilitaşlar serbest dururken kenarlardakiler, duvarlar ya da banklarla birbirlerine bağlanmıştır. Bu yapıların, tamamlanmasından sonra bilinçli bir şekilde toprak ve çakıl dolguyla örtülmüş olduğu kazılar sırasında anlaşılmış olduğundan bunların ölü kültüyle ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Göbeklitepe’de en az 20 anıtsal yapı! Şu ana kadar dört adet böyle anıtsal yapı açığa çıkartılmış olup, yapılan jeomanyetik ölçümler sonucunda Göbekli Tepe’de en az 20 anıtsal yapının olduğu anlaşılmıştır. Konumu itibariyle çevresinde geniş kayalık platolar bulunan Göbekli Tepe’de, dikilitaşlar bu platolardaki kayalardan yekpare halinde kesilerek temin edilmiştir. Arazide, işlenmemiş durumda bazı dikilitaşlar kesildiği yerde hala görülebilmektedir. Ayrıca bu platolarda, kayalar üzerinde, işlevleri henüz anlaşılamayan oyuklar ve bir takım işaretler bulunmaktadır. Boyları 5m.ye ulaşan dikilitaşların bazılarının üzerinde, kabartma olarak çoğunluğunu yılan, tilki, yaban domuzu ve kuşların oluşturduğu çeşitli hayvan tasvirleri bulunmaktadır. Bazı örneklerde kabartma olarak yapılmış kol ve ellerden dolayı, dikilitaşların stilize edilmiş insan figürleri olduğu, aşırı şematik ve kübik formda gösterilen gövdeleri ile yaşayanları değil de başka bir boyutun varlıklarını temsil ettikleri öngörülmektedir. Kazılar sırasında ve genellikle de yüzey buluntusu olarak ele geçen yabani, yırtıcı hayvan heykellerinin varlığı, antik dönemden bilinen yeraltı dünyasının koruyucusu Kerberos’u akla getirmekte ve bu vahşi hayvan heykellerinin de Göbekli Tepe’deki yapıların bekçisi olabileceğini düşündürmektedir. Kazılar sonucunda çok sayıda hayvan heykeli, çakmaktaşından aletler, taştan boncuklar ve kaplar ile küçük figürünler açığa çıkartılmıştır. Göbekli Tepe’de temsil edilen bu dönemde, eldeki bulgulara göre insanların avcılık ve hayvancılıkla geçindiği, henüz tarımın yapılmadığı düşünülmektedir. Yerleşim yerinin konumu, açığa çıkartılan devasa boyutlu yapıları, tonlarca ağırlıktaki dikilitaşları ve bu dikilitaşların yerleştirilmesi bakımından Taş Çağı insanlarının, büyük bir organizasyon ve uzun bir zaman dilimi dâhilinde hareket ettikleri düşünülmektedir. Şimdilik en erken tabaka olan III. Tabaka’nın tarihi ca. M.Ö.10. Bin olarak belirtilmektedir. Yerleşim yerinde henüz ana toprağa ulaşılamamış olup, ileriki yıllarda gerçekleştirilecek kazı çalışmaları sonucunda Göbekli Tepe’deki hayat netlik kazanacaktır. Taş Devri İnsanları… Göbeklitepe’de bulunan kalıntılar, bu alanı inşa eden insanlara dair çeşitli bilgiler sunuyor. Bu kalıntılar arasında insanların yediği etten arta kalan birçok yabani hayvan kemiği, taş parçası, taş aletlerin yapımı ve kullanımından kalan molozlar var. Ceylan, ala geyik gibi hayvanların kemiklerine rastlanılan alan gösteriyor ki burayı inşa edenler, o dönemde yaşayan taş baltalı avcı ve toplayıcılar. Yani Göbeklitepe, tarım öncesi bir topluluğun eseri. Bu insanlar, sandığımız gibi ilkel değil tam aksine oldukça bilinçli ve mühendislik bilgisi olan topluluklar. Öyle ki o zamanlar Taş Devri’ni yaşayan insanlar, bu ibadet alanını yaparken binlerce yıl sonra ulaşılabilecek mühendislik metotlarını kullanmış. Avcı ve toplayıcılar aynı zamanda beklenmedik düzeyde bir organizasyon yeteneği, örgütlenme kapasitesi olan insanlar. Kazılarda bulunan bir dikili taşı taşımak için 50 insan gücüne ihtiyaç duyuluyor. Bu kalıntılar arasında insanların yediği etten arta kalan birçok yabani hayvan kemiğinin bulunması bu alanda yemek şölenlerinin düzenlendiğini gösteriyor. Bu durum çok sayıda topluluğun burada olduğunu ispatlıyor. İnsanlığın Göbeklitepe’deki gibi bir yapıyı inşa edebilmesi için yerleşik bir yapıda olması gerekiyor. Ancak kazılarda beslenme, barınma gibi ihtiyaçlara yönelik bulgulara rastlanmıyor. Bu toplulukların burada günlerini taş çıkartmak, sütunlara şekil vermek için zaman harcadığı ve sonrasında yerleşim yerine gittiğini gösteriyor. Bu yerleşim yeri ise büyük bir olasılıkla Şanlıurfa. Şanlıurfa’da Taş Devri’ne ait bulunan heykeller de bunu ispatlar nitelikte
-
- göbeklitepe
- harran ovası
-
(2 etiket daha)
Konudaki etiketler:
-
Rüya üzerine inşa edilen 2.Hasan cami dünyanın en büyük ikinci cami özelliği taşıyor. Fas’ın en büyük şehirlerinden biri olan Kazablanka’da bulunan dünyanın en büyük camileri arasında gösterilen 2. Hasan caminin en önemli özeliği ise Kral 2. Hasan’ın isteği üzerine Atlantik Okyanusu’nun üzerine inşa edilmesidir. Rüya üzerine yapılan Cami Fas’ın Beyaz şehri Kazablanka. Atlas Okyanusu’nun sınırında bulunan bu şehir Fas’ın en büyük şehridir. Okyanus kıyısında Kazablanka’nın en önemli yapısı Hasan 2 Camii, Mekke’den sonra dünyanın en büyük camisi konumunda. Fas’ta büyük etkisi olan Kral 2. Hasan’ın bir rüyası üzerine yapımına başlanan bu muhteşem cami, kralın rüyasına uygun şekilde İslâm’ın simgesi olarak, 4’te 3’ü Atlantik Okyanusu’nun üzerine inşa edilmiş. 1980 yılında yapımına başlanan cami, sekiz yılda tamamlanmış. Caminin minaresi tam 200 metre yüksekliğinde. Aynı anda 100 bin kişinin namaz kılabildiği ve çok ince bir işçiliğin ürünü olan Hasan 2. Camii’nin üzeri açılabilir konumda inşa edilmiş. İki katlı cami Fas’ın karakteristik özelliklerini barındırıyor. Yapımı on üç yılda tamamlanan cami tabiî sahilde değil, sun’î platform üzerinde inşa edilmiş ve tam anlamıyla suyun üstünde duruyor. Caminin zemini yüksek mukavemetli camdan yapılmıştır, böylece ziyaretçilerin okyanusun dalgalarını ve sualtı sakinlerini görebilme imkânı oluyor. 2. Hasan’ın Cami Yapımına Dair İsteğini Şöyle İfade Eder “Suyun üzerinde bir cami yaptırmak istiyorum, çünkü Allah’ın tahtı su üstündedir. ([Kuran-ı Kerim, Hud Suresi, 7.Ayet] O’nun arşı su üzerinde iken amel bakımından hanginizin daha iyi olduğunu denemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur.)Bu nedenle, oraya ibadet etmeye gelenler, Yaratıcı’nın toprak üzerindeki büyüklüğünü görenler, O’nun gökyüzü ve okyanustaki büyüklüğünü de tahayyül edebilir.” Geleneksel Fas mimarisine uygun şekilde yapılan cami, bir kısmı deniz doldurularak oluşturulan 12 hektarlık bir alana kurulmuştur. yayılmaktadır.200 metre yüksekliğe ve 25 metre genişliğe sahip minareden Mekke’ye doğru 30 km uzağa kadar görülebilen lazer ışığı yayılmaktadır. Kuzey Afrika ve Endülüs’te görmeye alışık olduğumuz kare ebatlı ve kuleyi andıran minarelerden esinlenerek yapılan minareyi şehrin pek çok yerinden görmek mümkün
-
- 2.hasan camii
- okyanus camii
-
(3 etiket daha)
Konudaki etiketler:
-
Eşsiz manzarasıyla hayranlık uyandıran Nemrut Dağı'nın ziyaretçi sayısı her geçen gün artmaya devam ediyor. Nemrut’a çıkmak, ve burada her gün güneşi selamlayan esrarengiz heykellerle birlikte güneşi doğurmak hiç şüphesiz Türkiye’de yapılacak en ikonik şeylerden. Nemrut Dağı, Adıyaman ilindeki Kahta ilçesi yakınlarında Ankar dağları civarında 2.150 metre yüksekliğinde bir dağdır. Toros dağ silsilesinde bulunur. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, Adıyaman ili sınırları içindedir. 1988 yılında ilan edilmiştir. Adıyaman ‘Nemrut Dağı’ Adıyaman ili Kahta ilçesi sınırları içerisinde bulunan, yüksekliği on metreyi bulan büyüleyici heykelleri, metrelerce uzunluktaki kitabeleriyle Kommagene Krallığı’nın kutsal alanı olarak nitelendirilen Nemrut Dağı, 1987 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’nde kültürel varlık olarak yerini almıştır. Nemrut Dağı, Anadolu’da Helenistik Dönem’e ait en görkemli kutsal kalıntıları barındırır. Yazıtlara göre I. Antiochos tanrılara ve atalarına minnettarlığını göstermek için görkemli bir anıt mezar, mezar odasının üzerine kırma taşlardan oluşan bir tümülüs ve tümülüsün üç tarafını çevreleyen kutsal alanlar inşa ettirmiştir. Doğu, Batı ve Kuzey terasları olarak adlandırılan bu alanlardan Doğu ve Batı teraslarında büyük boyutlu heykeller, kabartmalar ve yazıtlar bulunmaktadır. Tanrıların tasvir edildiği beş heykelin arasında I. Antiochos’un heykeli de yer almaktadır. Heykel sırası bir aslan ve kartal heykeli ile başlar. Aslan yeryüzündeki gücü, tanrıların habercisi olan kartal ise göksel gücü temsil etmektedir. Doğu Terası ise Tanrılar Galerisi, Atalar Galerisi ve Sunak’tan oluşmaktadır. Doğu teras ile batı teras heykel dizileri aynıdır. Ancak Doğu terastaki tahtlar, batı terasta ise heykel başları daha sağlamdır. Doğu ve Batı Terası’nda heykellerin tahtlarını oluşturan taş blokların arkasında Grekçe yazılmış 237 satırlık uzun bir kült yazıtı (nomos) bulunmaktadır. I. Antiochos’un vasiyetnamesi niteliğindeki yazıtta bu kutsal alan hakkında bilgiler ve kültün uygulanması ile ilgili hükümler yer almaktadır. Tamamlanmamış stel ve kaidelerin bulunduğu Kuzey Terası ise Doğu ve Batı teraslarını birbirine bağlayan tören yoludur. Tanrılarla Selamlaşan Kral Bu kırılgan toplumu bir arada tutmak için I. Antiochus, tanrılar tarafından görevlendirildiğini ve korunduğunu ifade eden tanrılar ile tokalaşma heykellerini yaptırarak ülkenin dört bir yanındaki tapınaklara koydurtmuş. Nemrut’ta da bunlardan bir tane bulunuyor.Bu sayede halk hem kendini güvende hissediyor, hem de bu yeni düzene uyum gösteriyormuş. Nemrut Dağı Heykellerinin Keşfi Buradaki eserlerden ilk kez bahseden Alman Mühendis Karl Sester, 1881 yılında Diyarbakır’da yol yapım işlerinde görevliymiş (ne hikmetse tüm kıymetli tarihi eserlerimizi Alman yol mühendisleri bulmuş). Sester buranın Asurlular’dan kalmış olduğunu düşünüyormuş. Sester’in verdiği bilgiler ile Kraliyet Akademisi bu bölgeye araştırma yapması için Otto Punchtein liderliğinde bir ekip göndermiş. Bu ekip, buradaki eserler üzerinde uzun bir süre çalıştıktan sonra Otto Punchtein, Yunanca yazılmış olan kitabeyi çözmüş ve buranın Kommagene Krallığı’na ait olduğunu ve kralı I. Antiochus tarafından yaptırıldığını keşfetmiş. Antiochus’un ağzından yazılmış olan kitabe buranın sırrının çözülmesini sağlamış. Aynı zamanda bu kitabede I. Antiochus’un yazılarını da içeriyormuş. Sonraki yıllarda 1953’ten 1980’li yıllara dek süren arkeolojik çalışmalar, Amerika’lı Arkeolog Theresa Goell ve Friedrich Karl Dörner tarafından sürdürülmüş ve bu çalışmalara İstanbul Arkeoloji Müzesinin kurucusu Osman Hamdi Bey ve Alman Mühendis Karl Humann da katılmış. Bu kazılar sonucunda ortaya çıkan taşınabilir eserler çeşitli müzelerde sergilenirken, heykeller ve yazıtlar da Nemrut Dağı’nda ziyaretçilerini bekliyor. Nemrut Dağı, 1987 yılında UNESCO Dünya mirası listesine girmiş, 1989 yılında Milli Park olarak ilan edilmiş ve bölge koruma altına alınmış. Nemrut’a Gelmişken Buraları da Ziyaret Edebilirsiniz Eğer Nemrut Dağı’na gün doğumunda çıkmaya karar verirseniz, hazır buralara kadar gelmişken, bölgede Kommagene Krallığı’ndan ve Roma İmparatorluğu’ndan kalma diğer yerleri de görmek isteyebilirsiniz. Karakuş Tümülüsü Karakuş Tümülüsü, Nemrut Dağı’na yürüyerek 8 dakika, 750 metre uzaklıkta kalan, Kommagene Krallığı kadınlarına ait bir anıt mezar. Yaklaşık 20 metre yüksekliğindeki tümülüsün üzeride bulunan sütundaki kartal heykelinden dolayı yöre halkı burayı karakuş olarak adlandırmış. Diğer sütunların üzerinde de boğa ve aslan heykelleri varmış ama günümüze sadece boğa heykelinin vücut kısmı gelmiş. Tümülüsün batısında ise Kommagene kralı I. Antiochos’un oğlu Kral II. Mithridates’in, kız kardeşi Laodike ile tokalaşma sahnesini betimleyen bir kabartma var. Sütun üzerindeki yazıttan anıt mezarın, Kral Antiochos’un eşi İsias, kızı Antiochis ve torunu Aka’ya ait olduğu anlaşılıyor. Cendere Köprüsü (Septumus Severus Köprüsü) Karakuş Tümülüsü’nü geçtikten yaklaşık 10 kilometre sonra Sincik-Kocahisar yol ayrımında bulunan ve Cendere Çayı üzerinde yer alan Cendere Köprüsü, Roma Köprüsü veya Septimius Severus Köprüsü, Roma İmparatoru Septimius Severus’un (MS 193-211) emriyle yaptırılmış. Antik Roma mimarisinin muhteşem bir anıtsal örneği olan köprü, toplam 7 metre genişliğinde, 30 metre yüksekliğinde ve 120 metre uzunluğunda. Köprünün en ilginç mimari özelliği ise hiç harç kullanılmadan yapılmış olması. KöprüHer iki tarafından da rampa şeklinde yükselerek orta kısımda birleşmesi, köprüye hem dayanıklılık hem de estetik bir görünüm katıyor. Arsameia Ören Yeri Adıyaman’a 60 kilometre, Nemrut Milli Parkı’na da 10 dakika sürüş mesafesinde olan Arsameia Ören Yeri’ne de gelmişken mutlaka gidin. Kral I. Antiochos kitabelerinde söz edildiğine göre, Arsameia (Nymphaios Arsameia’sı), İ.Ö. 2. yüzyılın başlarında Kommagene Krallığı’nın yazlık başkenti ve idare merkeziymiş. Buraya geldiğinizde, Mitras’ın kabartma stelini, ayin platformu üzerinde Antiochos-Herakles’in tokalaşma stelini ve bunun önünde Anadolu’nun bilinen en büyük Grekçe yazıtını, yazıtın bulunduğu yerden başlayan 158 metre derine inen tüneli görmeden geçmeyin
-
Afad, afet ve acil durumlarda yardıma koşan sadece ülkemizde değil uluslararası bir yardım gerçekleştiren yardım kuruluşudur. AFAD Nedir? Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı veya kısa adıyla AFAD; 29 Mayıs 2009 tarih ve 5902 sayılı kanunun 17 Haziran 2009’da Resmî Gazete’de yayımlanmasıyla; İçişleri Bakanlığı Sivil Savunma Genel Müdürlüğü (SSGM) ve Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Afet İşleri Genel Müdürlüğü, Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü (TAY) yerine kurulan afet ve acil durum yönetimi kurumudur. AFAD Numarası Kaç? AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) santral numarası ‘0 (312) 258 23 23’ olup, acil çağrı numarası ‘122’dir. AFAD Hakkında Türkiye sahip olduğu tektonik, sismik, topografik ve iklimsel yapısı gereği doğal afetlerle sıklıkla karşı karşıya kalan bir ülke. Su baskını, sel, çığ, heyelan, yangın ama en önemlisi deprem… Ülkemiz depremlerde insan kaybı açısından dünyada üçüncü, etkilenen insan sayısı açısından sekizinci sırada. Ortalama olarak her yıl büyüklüğü 5 ile 6 arasında değişen en az bir deprem yaşanmakta… Doğal afetlerin doğrudan ya da dolaylı olarak neden olduğu maddi ve manevi kayıplar afet yönetiminin ve koordinasyonunun günümüz dünyasında ne kadar titizlikle ele alınması gerektiğinin bir kanıtı… Ülkemizde doğal afetlere ilişkin politikalar ilk olarak 1939 Erzincan Depremi sonrası geliştirilmeye başlanmış; 1959 yılında çıkarılan 7269 sayılı “Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun” ile konuyla ilgili yasal boşluk giderilmeye çalışılmıştır. Afetlerle ilgili yasal düzenlemeler 1988 yılında devletin tüm imkanlarının afet bölgesine en hızlı şekilde ulaşmasını ve afetzede vatandaşlara en etkin ilk müdahalenin yapılmasını sağlamak amacıyla çıkarılan “Afetlere İlişkin Acil Yardım Teşkilatı ve Planlama Esaslarına Dair Yönetmelik” ile devam etmiştir. Türkiye’de afet yönetimi ve koordinasyonu alanında dönüm noktası ise 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’dir. Büyük can kaybına ve geniş çaplı hasara neden olan bu deprem, ülkemizde afet yönetimi konusunun tekrar gözden geçirilme zorunluluğunu acı bir şekilde ortaya koymuştur. Eşgüdüm sağlanması gereken kurumların afetlerle ilgili yetki ve sorumluluklarının yeniden tanımlanması ihtiyacı afet ve acil durumlarda yetki ve koordinasyonun tek bir elde toplanmasını zaruri kılmıştır. Bu doğrultuda afetlerle ilgili olarak görev yapan İçişleri Bakanlığı’na bağlı Sivil Savunma Genel Müdürlüğü, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’na bağlı Afet İşleri Genel Müdürlüğü ve Başbakanlık’a bağlı Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü kapatılarak 2009 yılında çıkarılan 5902 sayılı yasa ile Başbakanlık’a bağlı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı kurularak yetki ve sorumluluklar tek bir çatı altında toplanmıştır. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ilgili yapılan düzenlemeler kapsamında, 15 Temmuz 2018 tarihinde yayınlanan 4 Nolu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı İçişleri Bakanlığına bağlanmıştır. Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, afetlerin önlenmesi ve zararlarının azaltılması, afetlere müdahale edilmesi ve afet sonrasındaki iyileştirme çalışmalarının süratle tamamlanması amacıyla gereken faaliyetlerin planlanması, yönlendirilmesi, desteklenmesi, koordine edilmesi ve etkin uygulanması için ülkenin tüm kurum ve kuruluşları arasında işbirliğini sağlayan, çok yönlü, çok aktörlü, bu alanda kaynakların rasyonel kullanılmasını gözeten, faaliyetlerinde disiplinler arası çalışmayı esas alan iş odaklı, esnek ve dinamik yapıda teşkil edilmiş bir kurumdur. Bu çerçevede; ülkemizde yeni bir afet yönetim modeli uygulamaya konulmuş olup, getirilen bu model ile öncelik ‘‘Kriz Yönetimi’’nden ‘‘Risk Yönetimi’’ne verilmiştir. Günümüzde ‘‘Bütünleşik Afet Yönetimi Sistemi’’ olarak adlandırılan bu model, afet ve acil durumların sebep olduğu zararların önlenmesi için tehlike ve risklerin önceden tespitini, afet olmadan önce meydana gelebilecek zararları önleyecek veya en aza indirecek önlemlerin alınmasını, etkin müdahale ve koordinasyonun sağlanmasını ve afet sonrasında iyileştirme çalışmalarının bir bütünlük içerisinde yürütülmesini öngörmektedir. Başkanlığımız, illerde doğrudan valiye bağlı İl Afet ve Acil Durum Müdürlükleri ve 11 ilde bulunan Afet ve Acil Durum Arama ve Kurtarma Birlik Müdürlükleri vasıtasıyla çalışmalarını yürütmektedir. Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, afet ve acil durumlara ilişkin tek yetkili kurum olup, bir şemsiye kurum anlayışıyla afet ve acil durumun niteliği ve büyüklüğüne göre gerek Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri, Sağlık, Ulaştırma ve Altyapı vb. ilgili diğer bakanlıklar ile gerekse sivil toplum kuruluşları ile işbirliği içerisinde faaliyetlerini sürdürmektedir. Kurulduğu günden bu yana ülkemizde yaşanan Elazığ, Simav ve Van depremlerinde en etkin ve hızlı müdahaleyi gerçekleştirmiş, deprem sonrası yürüttüğü başarılı iyileştirme politikaları ile afetzede vatandaşlarımızın yaralarını en kısa sürede sarmıştır. Antalya, Samsun ve Sinop’ta yaşanan sel felaketlerinde ilgili kurumlarla kısa sürede koordinasyon sağlanarak afet bölgesinde hayatın normale döndürülmesi çalışmaları ivedilikle tamamlanmıştır. Sadece ulusal çapta değil uluslararası anlamda da birçok başarılı operasyona imza atan Başkanlığımız, dünyanın en uzak coğrafyalarında dahi yaşanan afet ve acil durumlara kayıtsız kalmamış, kaliteli, profesyonel ve alanında uzman personeli, teknolojik ekipmanı ile Haiti’den Japonya’ya, Şili’den Myanmar’a kadar yardım elini uzatmış; Libya, Tunus, Mısır ve Suriye yaşanan toplumsal olaylarda dünyanın takdirini kazanan tahliye ve insani yardım operasyonlarını başarıyla gerçekleştirmiştir. Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı bundan sonraki süreçte de gerek ulusal gerekse uluslararası boyutta üzerine düşen görev ve sorumlulukları, sahip olduğu donanımlı personel ve geliştirdiği etkin politikalarla yerine getirmeye devam edecektir. AFAD’ın Görevleri Nelerdir? Planlama ve Risk Azaltma Dairesinin görevleri şunlardır; Ülke düzeyinde uygulanacak afet ve acil durum müdahale, risk yönetimi ve zarar azaltma planlarını yapmak veya yaptırmak. Muhtemel afet ve acil durum bölgelerini tespit etmek ve önleyici tedbirleri ilan etmek. Zarara uğraması muhtemel yerlerin plan, proje ve imar esaslarını belirlemek. Aynî, nakdi ve insani yardım esaslarını belirlemek. Yurt içi ve yurt dışında meydana gelen afet ve acil durumlarla ilgili bilgileri toplamak ve değerlendirmek. Afet ve acil durumlara ilişkin; Yönetim stratejilerini belirlemek. Kamu yatırımları ile personel ihtiyacı konusunda ilgili kurumlara öneride bulunmak. Sigorta hizmetlerinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasını sağlamak. Hizmet standartlarını ve akreditasyon esaslarını belirlemek ve denetlemek. Başkan tarafından verilecek benzeri görevleri yapmak
-
Gümüşhane'deki Santa Harabeleri 17. yüzyıl Rum mimarisine özgü eserleri barındırıyor. Bozulmamış yapısıyla dikkat çeken bölgenin daha fazla turist ağırlayabilmesi için çalışmalar yapılacak. Doğu Karadeniz’deki Rum-Pontus Devleti’nin en önemli kültürel miraslarından Santa Harabeleri, 1923’te Rumların bölgeden göç etmesi ve 1950’li yıllardan sonra yöre insanının başka illere gitmesinden bu yana sessizliğini koruyor. Doğu Karadeniz‘deki önemli kültürel miraslardan Santa Harabeleri, 1923’te imzalanan Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi’nin ardından Rumların bölgeden göç etmesi ve sonrasında yöre insanın ekonomik gerekçelerle başka illere gitmesiyle yaklaşık yarım asırdır sessizliğini koruyor. Gümüşhane merkeze 72 kilometre uzaklıkta, Dumanlı köyü sınırları içinde yer alan Santa Harabeleri, Rum sivil mimarisine özgü eserlerini barındırıyor. Santa Bölgesi, Fatih Sultan Mehmet döneminde -1461-1476 yılları arasında- tüm Trabzon ve Doğu Karadeniz bölgesiyle beraber fethedilmiş ve Osmanlı İmparatorluğu topraklarına dahil edilmiştir. Santa harabeleri, Gümüşhane kent merkezine yaklaşık 80 km uzaklıkta Yağmurdere Bucağı Dumanlı Köyü sınırlarında yer almaktadır. Santa Yanbolu Deresinin doğduğu vadilerle birbirinden ayrılmış 3 ayrı yamaç üzerine kurulmuştur. Dini, ticari ve kültürel önem taşıyan Santa bölgesinin Rum çetelerin sığınağı olarak da kullanıldığı bilinmektedir. Günümüzde ‘Arkeolojik ve Doğal Sit Alanı’ olarak ilan edilen bölgenin önceleri 9 ayrı mahalleden oluştuğu söylenmektedir. Gümüşhane “Santa Harabeleri” Trabzon-Gümüşhane sınırında yer alan Santa Harabeleri, taştan inşa edilen tek katlı konutları, her mahallede en az bir kilise ve her sokaktaki çeşmesiyle görenleri adeta büyülüyor. Rumlar tarafından 17. yüzyılda kurulduğu bilinen ve arkeolojik, doğal sit alanı olan bölgede, taştan inşa edilen tek katlı konutlar ve her mahallede en az bir kilise, her sokakta da bir çeşme bulunuyor. Birbirini kuş bakışı çok net görebilen 3 ayrı yamaç üzerine kurulmuş Santa Harabelerinde mahalle olarak da 7 yerleşim yer alıyor. Bu mahallelerde 18. yüzyılın son yarısında inşa edilen resmi binalar da dikkati çekiyor. Son yıllarda özellikle fotoğraf tutkunlarını cezbeden Santa Harabeleri, yerli ve yabancı turistlerce de keşfedilmeyi bekliyor. Nüfus mübadelesinin ardından Yunanistan’a göç eden Rumların bölgeyi “gizli cennet” olarak nitelendirilir. “Santa’da 7 mahalledeki mimarinin aynı elden çıkmış olduğunu gidenler göreceklerdir. Gerek doğal güzellikleri gerekse Rum mimarisine ait örnekleriyle tek bir ırka sahip mimari söz konusu bölgede. Aynı zamanda müthiş bir doğal güzelliğe sahiptir.
-
Adıyaman'da 1800 yıllık tripleks mağaralara ilk kez girildi... Adıyaman'ın Kahta ilçesi Teğmenli (Kergürog) köyü sınırları içerinde bulunan mağaraların gizemi çözülüyor. Adıyaman’da sarp kayalıklara oyulmuş 1800 yıllık tripleks (3 katlı) mağaraların içine dağcılık teknikleri kullanılarak ilk kez girildi. Adıyaman’da 1800 Yıllık Tripleks Mağaraları Görmeye Hazır Mısınız? Adıyaman’ın Kahta ilçesi Teğmenli (Kergürog) köyü sınırları içerinde bulunan mağaraların gizemi çözülüyor. Daha önce içerisine girilemeyen 1800 yıllık mağaralara yetkililer ilk kez girdi. İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü görevlilerinden lojistik ve teknik destek alan ekipler halat yardımı ile mağaralara girebildi. Mağaralara giren ekip içeride inceleme yaparak, yapının hangi döneme ait olduğunu tespit etti. En az 100 metre uzunluğundaki sarp kayalara oyulmuş mağaraların birbirine bağlı olduğu ortaya çıktı. Yerden yaklaşık 40 metre yükseklikte başlayan mağaraların zeminin katının diğer katlardan bağımsız olduğu, zemin kat üzerindeki 3 katlı mağaraların içten merdiven ile birbirine bağlı olduğu görüldü. 1800 yıl önce zemin kat hariç 3 katlı yapılan mağaralar yapısıyla göz kamaştırdı. Kaya yerleşim yerinde 2 farklı yerde 2 farklı yazıtın olduğu gözlendi. Geniş odalar ve farklı yazıtların bulunduğu mağaraların kraliyet kültü (tapınma alanı) olabileceği tahmin ediliyor. Yaklaşık 100 metre yüksekliğe sahip… Adıyaman Müze Müdür Vekili Mehmet Alkan gazetecilere yaptığı açıklamada, “Yaklaşık 100 metre yüksekliğe sahip mağaraların 3 katlı ve içten merdivenle birbirine bağlı oldukları görüldü. Bu kaya yerleşiminde 2 farklı yerde 2 yazıt tespit edildi. Bu yazıtlardan birincisi ‘Bakhios’un mağaraları’ şeklinde tercüme edilmektedir. Bakhios burada tanrı Dionysos olabileceği gibi, Bakhios adında bir kişi ismi olma ihtimalide var. İkinci yazıtta ise ‘Büyük Kral Mithradates’in oğlu ve torunu’ şeklinde geçmektedir. Buda Kommagene Kralından Kral Mithradates’in kült alanı olarak düşünülmektedir” dedi. Tarih olarak M.S. 2. Yüzyıla tarihleyebiliriz… Mağaraya tırmanmayı başaran Müze Müdürlüğü Uzmanı Mustafa Çelik ise “Kahta ilçe sınırları içerisinde bulunan bir alandayız. Yaklaşık 100 metrelik, 90 derecelik eğime sahip sarp bir kayalık var. Biz burada AFAD’dan gerekli lojistik ve eğitim desteği alarak yukarı çıkabildik. Dağcılık tekniklerini kullandık. Yukarı çıktığımızda ilk kat, üsttekilerden bağımsız kaya yerleşim alanı gördük. Ancak daha sonra yukarı çıktığımızda birbirine merdivenlerle bağlantılı yukarıya doğru tırmanan bir nevi tripleks diyebileceğimiz kaya yerleşim alanı gördük. Var olan yazıtlardan buranın bir kült alanı olabileceğini düşünmekteyiz. İçeride yer yer sunu çukurları, harici su depolayabilecekleri alanlar mevcut. Tarih olarak M.S. 2. Yüzyıla tarihleyebiliriz” ifadelerini kullandı.
-
Sivas'ın mutlaka görülmesi gereken yerlerinden biri olan Gökpınar Gölü Turkuaz rengiyle görenleri adeta kendine hayran bırakıyor. Sivas kent merkezine 147 kilometre mesafedeki göl, doğal akvaryumu andırıyor. Dipten kaynaklarla beslenen ve derinliği 15 metreyi bulan turkuaz rengi göl, yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekiyor. Su altı sporlarıyla uğraşanların tercih ettiği gölde, son yıllarda sık sık irtifa dalışları gerçekleştiriliyor. Çevre illerden günübirlik tatile gelen ziyaretçiler, gölün çevresinde yürüyüş yaparak mesire alanlarında vakit geçiriyor. Göl çevresindeki restoran, otel, cami, basketbol, voleybol ve çim futbol sahası ile piknik alanları, yerli ve yabancı turistlere konaklama ve sosyal aktivite imkanı sunuyor. Yaz aylarında binlerce kişinin ziyaret ettiği göl, 1500 rakımda bulunuyor. Gölün en derin noktası olan 15 metrelik derinlikte bile yüzen balıkları görmenin mümkün olduğu berraklıkta bir suyu var. Adeta bir akvaryumu andıran gölün temizliğinin ve berraklığının en büyük sebebi ise, hemen hemen her yerinde sürekli kaynayan suların olması. Bir başka özelliği ise hem yaz aylarında, hem de kış aylarında suyun sıcaklığı hep 11 derecede kalıyor. Bu sebeple kış aylarındaki düşük sıcaklıklarda, bembeyaz bir örtünün içinde, üstünde buharlar tüten bir havuza dönüşüyor. Gökpınar Gölü’nden çıkan sular Gürün’de ilçe suyu olarak kullanılırken aynı zamanda tarım için de sulama suyu olarak kullanılıyor. Gürün çevresindeki balık üretim tesisleri de buradan çıkan sularla işletiliyor.
-
- gökpınar
- sivas gökpınar
-
(2 etiket daha)
Konudaki etiketler:
-
Mersin'de denizin ortasında 2400 yıllık Kızkalesi Efsanesi nedir? Kızkalesi'nin gerçek hikayesi nedir? Erdemli’nin önemli turizm merkezi olan Kızkalesi, Erdemli’ye 23, Mersin’e 60 km mesafededir. Tarihi adı Korykos’tur. 1992 yılına kadar köy iken aynı yıl içerisinde kasaba statüsüne alınmış ve belediyelik olmuştur. Erdemli Korikos sahil kalesinin 200 m. açığındaki küçük adacık üzerindeki kaleye Kızkalesi denir. Kızkalesi, Erdemli’ye 23, Mersin’e 60 km mesafededir. Kızkalesi’ndeki ören yerlerinde kalelere, kiliselere, sarnıçlara, su kemerlerine, kaya mezarlarına, lahitlere, taş döşemeli yollara rastlanılmaktadır. Kıyıdaki kalenin 500 metre açığındaki küçük bir adacık üzerine kurulu kaleye, Kızkalesi denilmektedir. Mersin’de denizin ortasında 2400 yıllık Kızkalesi Efsanesi nedir? Kızkalesi’nin gerçek hikayesi nedir? Kızkalesi – Mersin Tarihte Korykos olarak bilinen Kızkalesine Deniz Kalesi de denilmektedir. Önemli bir turizm beldesi olan Kızkalesinin Herodotos’a göre Kıbrıslı bir prens tarafından kurulduğu bilinmektedir. Günümüzde 1992 yılına kadar köy statüsünden olan bölge aynı yıl kasaba statüsüne alınmıştır. Bölgede küçük bir adacık üzerine kurulmuş olan ve aynı adı taşıyan Kızkalesi yılın her günü ziyaretçi akınına uğramaktadır. Tarihî yapı Kızkalesi’nden adını alan Kızkalesi’ndeki ören yerlerinde kalelere, kiliselere, sarnıçlara, su kemerlerine, kaya mezarlarına, lahitlere, taş döşemeli yollara rastlanılmaktadır. Kıyıdaki kalenin 500 metre açığındaki küçük bir adacık üzerine kurulu kaleye, Kızkalesi denilmektedir. Son yıllarda restore edilen Kızkalesi, sekiz kuleyle korunmuştur. Kalenin dış çevre uzunluğu 192 metredir. Kızkalesi’nde eski dönemlerden kalma 4-5 tane kilise bulunmaktadır. Su kuyuları ve sarnıçların yanında, Lemas Çayı’ndan su kemerleri ile getirilen sular, Kızkalesi’nin su ihtiyacını karşılamaktadır. Büyük kiliseye giden taş döşeli Kutsal Yol’da, yol boyunca dizilmiş irili ufaklı lahitler görenleri hayrete düşürmektedir. Kızkalesi’nin 10 km kuzeyinde yer alan vadinin yükselen kayalık yamacına oyulmuş ve Adamkayalar adı verilen insan kabartmaları bulunmaktadır. Dönemin yönetici ve soylularını simgeleyen kabartmalardaki figürlerde, kimi elinde üzüm salkımı, kimi kanepeye uzanmış haldedir. Roma döneminden kalma toplam 13 tablodan oluşan Adamkayalar, Şeytanderesi’ne hakim bir yerdedir. Mersin Arkeoloji Müzesi tarafından yapılan… Deniz Kalesi olarak da bilinen Kızkalesi, adını da verdiği mahalle sahilindeki küçük bir adacığın üzerinde kurulmuştur. Kıyıya uzaklığı ortalama 600 metre kadardır. Burada bulunan bir yazıttan 1199 yılında I. Leon tarafından yaptırılmış olduğunu öğrenilmektedir. 1361’de Kıbrıs Krallığı tarafından zapt edilmiştir. Strabon, Roma Dönemi’nde korsanların kaleyi barınak olarak kullandıklarından bahsetmektedir. Kale Bizans ve Ermeniler tarafından karadaki kale kadar önemsenmiştir. Kalenin girişi kuzeydedir. Burada devşirme malzeme kullanılmıştır. Yine zaman zaman moloz taşların kullanıldığı yerler büyük bir olasılıkla Lusignanlar Dönemi‘ne ait olmalıdır. 192 metre uzunluğundaki mazgal delikleri açılmış kale suru üzerine 8 tane üçgen, dörtgen ve yuvarlak biçiminde burç oturtulmuştur. Batıdaki sur boyunca uzanan iyi korunmuş bir galeri ile buradan denize açılan bir kapı bulunmaktadır. Mersin Arkeoloji Müzesi tarafından yapılan temizlik kazısı sırasında kalenin orta alanında bir yapı kompleksi ortaya çıkarılmıştır. Bu yapı kompleksi içerisinde bir şapel bulunmaktadır. Yapı topluluğu ile müşterek plan veren bu şapelin, kalenin avlusunda bulunan diğer şapelden daha eski olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca tabanda mozaiklerin yanı sıra opus sectile zemin döşemesi de uygulanmıştır. Çevresindeki odalar orta mekândaki salona açılmaktadır ve kare planlı odaların zemini kuzeye doğru yükselmektedir. Taban mozaiği üzerinde yuvarlak saç örgüsü içinde beş satır yazı ve alanın batı köşesindeki revak üzerinde de başka bir yazıt bulunmaktadır. Ancak yazıtların sayısı daha fazladır. Kale avlusu içerisinde sarnıçlar ve işlikler de yer almaktadır. Kızkalesi’nin farklı yerler için de anlatılan bir de efsanesi bulunmaktadır. İşte o efsane… Kızkalesi Efsanesi Korikos’ta yaşayan Krallardan biri, bir kız çocuğu olsun diye gece gündüz Tanrıya yakarmaktadır. Sonunda dileği yerine gelir ve kız büyüdükçe güzelliği ve yardımseverliği ile herkesin sevgisini kazanır. Günlerden bir gün kente bir falcı gelir. Kral onu saraya çağırtır, kızının geleceğini öğrenmek ister. Falcı prensesin eline bakınca irkilir ama bir şey söylemez. Kral zorlayınca, – Kralım Kızınızı bir yılan sokacak, bu yazgıyı hiçbir şey bozamayacak, siz dahi engel olamayacaksınız deyip oradan ayrılır. Kral, kıza birşey söylemez ama düşüncelere dalar. Sonunda kıyıya yakın küçük bir adacık üzerinde, ak taşlardan bir kale yaptırmaya karar vererek kaleyi yaptırır ve kızını buraya kapatır. Olan biteni bilmediğinden kızı üzülmekte, günden güne eriyip gitmektedir. Günün birinde saraydan kaleye gönderilen bir üzüm sepetinin içinden çıkan bir yılan kızı sokar ve öldürür. Kızkalesine Nasıl Gidilir? Mersin’in 60 kilometre güneybatısında Kızkalesi Beldesi’nde yeralan Kızkalesi’ne şehir içi ulaşım araçları ile gidilebilir. Kızkalesi Ziyaret Saatleri: 08:00-17:00 Kızkalesi Tatil Günleri: Her gün ziyaret edilebilir
-
Doğu Anadolu Bölgemizin güzel şehirlerinden biri Erzincan'ın doğa harikası ve mutlaka görülmesi gereken yerleri. Erzincan Tarihçesi Erzincan M.Ö. 2600 Yıllarında Akadlar, ardından M.Ö. 2000 yılından sonra çeşitli site krallıkları hâkimiyetinde Hitit’lerin kontrolünde uzun bir dönem geçirmiştir. Ardından Urartu Medeniyeti altında bir dönem geçiren Erzincan’ın 15 Km. doğusunda nadir ve kıymetli Urartu kalıntılarının en önemlilerinden, Altıntepe Kalıntıları bulunmaktadır. M.Ö. 650 de İskitlerin hakimiyetine geçen şehir kısa bir süre sonra Medler tarafından istila edilmiş ve yine kısa bir süre sonra Pers hakimiyetine girmiştir. 200 Yıldan fazla Pers İmparatorluğunun hakimiyetinde kalan şehir İskender’in Persleri yenmesi ile Helenler tarafından yönetilmiştir. Roma Pontus mücadelelerinin tam ortasında kalan şehirde Roma Hakimiyetinde zor günler geçiren bölge halkı, bazı kaynaklara göre 22 bazı kaynaklara göre 25 dil konuşan, entelektüel, ticareti iyi bilen insanlardan oluşmaktaydı. Bölge insanı Roma Medeniyeti karşısında Pontus’luları tercih etmiş ve bu sebeple Romalıların ağır baskı ve zulümlerine maruz kalmışlardı. Romanın tam hakimiyeti M.Ö. 60 larda sağlanabildi ve şehir 450 yıl süren Roma hakimiyeti yaşadı.M.S. 395 de Sasaniler bölgeye hakim oldu. 540 yılına kadar süren Sasani hakimiyeti, bu tarihte İslam Ordularının bölgeye girmesi ile sona erdi. Ardından Emevileri hakimiyetinde bir dönem geçiren şehir, Roma – Emevi çatışmalarının da ortasında kalmıştır. 1071 de Türklerin Anadolu’ya girişi ile bölgede başlayan Türkleşme hareketinden sonra Mengüceklilerin hakimiyetine giren şehir kesintisiz olarak 900 yılı aşkın süredir Türklerin hüküm sürdüğü bir bölge olmuştur. Selçukluların hakimiyetini kabul eden Mengücekliler kontrolündeki şehir, Dönemin Selçuklu Hükümdarı ile Mengücek Beyi arasındaki anlaşmazlık sebebi ile merkezi bu günkü il sınırlarımız içerisinde kalan Mengücek Beyliğinin ortadan kaldırılması akabinde doğrudan Selçuklulara bağlanmıştır. Selçuklu hakimiyeti çok kısa sürdü ve 1247 de şehir Moğol istilasına uğradı. Saltuk ve İlhanlılar tarafından da kısa süreler ile yönetilen şehir beylikler döneminde Eratnalıların başkenti oldu. Sırası ile Karakoyunlular ve Akkoyunlular hakimiyetinde 100 yıl yaşayan şehir 1502 de Safevilerin kontrolüne geçti. Bu tarihlerde Şah İsmail ve Yavuz arasındaki çatışmalara sahne olmuştur. Çaldıranda Yavuz’a yenilen Şah İsmailin hakimiyeti ardından bölge Osmanlı hakimiyetine geçti.1. Dünya savaşında kısa süre Rus ve Ermeni işgali gören şehir 13 Şubat 1918 de Vehip Paşa komutasındaki Türk birliklerince tekrar hürriyetini kazandı. Cumhuriyetin ilanı ile de Türkiye Cumhuriyetinin bir vilayeti oldu. 1.Girlevik Şelalesi Kayaların üzerinden parça parça dökülen Girlevik şelalesi, il merkeze 35 kilometre uzaklıkta yer alıyor. Aynı zamanda çevresinde bir çok keşif noktaları sunar şelale. Şelalenin bulunduğu alanda piknik yapabilir yada çevreyi keşfetmek için doğa yürüyüşleri yapabilirsiniz. Kışın da ayrı bir güzel 2. Munzur Dağı Toros dağlarının bir uzantısı olan bu dağlar, Erzincan’ın güneyi ile Tunceli’nin kuzeyinde yer almaktadır. Volkanik kayalardan oluşan bu dağ, 3 bin metreyi aşan toplam 10 adet zirveye sahiptir. Bu özellikleri ile Munzur dağları Doğu Anadolu bölgesinin batı kısmındaki en yüksek dağ zinciri olma özelliğini taşımakta.Munzur dağının yüksek kayalık yapısı, alana geçit vermediği için, burası tamamen insan eline uzak bir bölge. Munzur dağlarının yüksek olan kesimlerinde dağ çayırları ve kaya habitatları bulunuyor. Ovacık ilçesine yakın olan kalıntılar ise Munzur dağlarının sahip olduğu doğal zenginliklerden sadece bir tanesi. 3. Ekşisu Kaplıcaları Ekşisu Kaplıcaları ve Ekşisu Mesire Alanı, Erzincan İl merkezine 11 km. uzaklıktadır. Bölgede bulunan ve Ekşisu adı verilen Böğert Maden Suyu, sağlık yönünden oldukça önem taşımaktadır. Maden suyu; anemi, karaciğer, mide, bağırsak ve safra yolları hastalıklarına iyi gelmektedir.Ekşisu yakınındaki kaplıca, 33 derecelik ısıya sahiptir. 4.Karanlık Kanyon Dünyanın en büyük 4. kanyonu olan Karanlık Kanyon, Erzincan’ın Kemaliye (eski adıyla Eğin) ilçesi sınırlarında. Fırat Nehri üzerinde, yer yer 400 metreyi bulan sarp kayalıkların arasından, kelimelerle anlatılamayacak güzelliğe sahip bir doğada yapacağınız bot turu, yaşayabileceğiniz en sıra dışı deneyimlerden biri olacak. Yaklaşık 2 saat süren nehir gezisinden sonra gezi rotanıza, yapımına 1940’larda tamamen insan gücüyle başlanan ve 2000’li yılların başında bitirilen efsanevi Taşyol’u da eklemenizi öneriyoruz. 5. Altıntepe Ören Yeri Doğu Roma İmparatorluğunun önemli merkezlerinden olan, Anadolu arkeolojisi açısından büyük önem arz eden Urartu dönemine ait Erzincan’daki tarihi Altıntepe Kalesi, turizme kazandırılacak. ( Sagip Sezginer – Anadolu Ajansı ) Üzümlü ilçesi sınırları içinde bulunan bu yer, tarihte bir çok büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Bizans, Urartu ve Osmanlı’nın hüküm sürdüğü bu eski yerleşim yeri 1938 ve 1956 yılında iki mezarın soyulması ile adını duyurmuştur.Özellikle de Urartu döneminin kalıntıları bu alanda gün yüzüne çıkarılmıştır.Çıkarılan kalıntıların arasında, kale duvarları, iç kale, saray kompleksi ve mezarlar bulunuyor.
-
- girlevik şelalesi
- munzur dağı
-
(3 etiket daha)
Konudaki etiketler:
-
Menenjit beyni ve omuriliği saran meninks adı verilen zarın iltihaplı hastalığıdır. Belirtileri ve tedavi yöntemleri nelerdir? Menenjit beyni ve omuriliği saran meninks adı verilen zarın iltihaplı hastalığıdır. Hastalığın en genel bulguları ateş, baş ağrısı ve ense sertliğidir. Hastalığın etkeni virüsler, bakteriler ve parazitler olabilir. Bazı menenjitler kendiliğinden iyileşebilecek kadar hafif, bazıları ise hayatı tehdit edecek kadar ciddi olabilir. Menenjit en sık bebeklerde, çocuklarda ve genç erişkinlerde görülür. Menenjitin belirtileri nelerdir? Erken menenjit belirtileri gribi taklit edebilir. Bir kaç saat yada gün içinde asıl menenjit belirtileri ortaya çıkar. En sık görülen menenjit belirtileri şunlardır: Baş ağrısı Kusma Yüksek ateş Ense sertliği Uykuya eğilim Konsantrasyon zorluğu Havale geçirme Meningokok menenjitinde deri döküntüsü Yeni doğan bebeklerdeki menenjit belirtileri: Yüksek ateş Sürekli ağlama Hareketlerde yavaşlama Uykuya eğilim Beslenememe Bıngıldakta kabarıklık Bebeğin vücudunda veya boynunda sertlik Menenjitin nedenleri En sık görülen etken virüslerdir. Daha sonra bakteriler ve parazitler etken olarak görülür. Pnömokoklar: Küçük çocuklarda ve yetişkinlerde görülen en sık menenjit etkenidir. Orta kulak enfeksiyonu, sinüzit ve zatürreye de neden olur. Aşı ile önlenebilmesi mümkündür. Ülkemizde bebeklikten itibaren aşı uygulaması vardır. Meningokoklar: Diğer bir sık görülen menenjit etkenidir. Hem çocuklarda hem de yetişkinlerde menejit yapar. Üst solunum yolunda enfeksiyon yapar daha sonra bakteriler dolaşıma geçerek beyne ulaşır. Öğrenci yurtları, askeri kışlalar ve yatılı okullarda salgınlara neden olabilir. Aşı ile önlenebilmesi mümkündür. Listeria:Bu bakteriler pastorize edilmemiş peynirler, sosisli sandviçler ve başka besinlerle bulaşabilirler. Hamile kadınlar, yaşlılar, yenidoğanlar ve bağışıklık sistemi zayıflamış olanlarda enfeksiyona neden olurlar. Listeria hamilelikte plesantayı geçer ve bebekte ölümcül enfeksiyona neden olabilir. Viral menenjitler genellikle hafif seyirlidir. En sık viral etkenler herpes simplex, kabakulak ve HIV virüsüdür. Menenjit için risk faktörleri nelerdir? Pek çok bakteriyel menenjit etkeni aşı ile önlenebilmektedir. Aşı yapılmamış bebekler hem kendileri risk altındadır hem de toplumu risk altında bırakırlar. Yurtlar, kreşler, kışlalar menenjit salgınlarının kolayca görülebileceği yerlerdir. Hamilelikte listeriozis riski artar. AIDS, diyabet, alkolizm ve bağışıklık sistemini baskılayan ilaç kullananlarda menenjit riski artar. Bunun dışında bebekler ve çocuklar doğal nedenlerle menenjite yakalanma riski taşırlar. Menenjit etkeninin yayılma şekli hapşırma, öksürme, öpüşme, bazı mutfak eşyalarının ve diş fırçalarının ortak kullanımıdır. Menenjit etkeni bu bakteriyi hasta olmadıkları halde burun ve boğazlarında taşıyan insanlardan bulaşır. Bir insan menenjite birden fazla kere yakalanabilir. Yaşlılarda da menenjit riski fazladır. Menenjit tanısı nasıl konur ve nasıl tedavi edilir? Yukarıda saydığımız belirtileri gösteren hastalar hastaneye yatırılır ve beyin omurilik sıvısı alınır. Beyin omurilik sıvısı ince bir iğne ile bel bölgesindeki omurgaların arasından alınır. Alınan sıvının incelenmesi ile tanı kesinleşir. Beyinde hasar olup olmadığını anlamak için bilgisayarlı tomografi çekilebilir. Bakteriyel menenjit tedavisinde antibiyotikler kullanılır. Bazı viral menenjitler kendiliğinden iyileşirken bazıları için antiviral tedaviye ihtiyaç vardır. Menenjitin komplikasyonları nelerdir? İşitme bozuklukları Beyin hasarı Görme bozuklukları Bellek sorunları Yürüme problemleri Böbrek yetmezliği Şok Epilepsi Ölüm Menenjitden korunma yolları nelerdir? Sık sık ellerin yıkanması, aşılar, hijyen kurallarına dikkat edilmesi, aksırırken öksürürken ağzın kapatılması, hamilelerde iyi pişirilmemiş gıdaların tüketilmemesi başlıca korunma yöntemleridir. Ne zaman doktora gidilmelidir? Şayet siz yada aile bireylerinden birinde şu belirtiler varsa acilen doktora gitmelisiniz: Yüksek ateş, baş ağrısı, kusma, bilinç bulanıklığı ve ense sertliği. Bakteriyel menenjit tanıda ve antibiyotik başlanmada geç kalınırsa ölümcül olabilmektedir. Beyin hasarı kalma olasılığı yüksektir. Meningokok menenjitinde hasta ile temas eden herkese koruyucu ilaç başlanması gerekmektedir
-
H1N1 virüsünün sebep olduğu bir grip türü olan domuz gribi nedir? Belirtileri ve tedavi yöntemleri nelerdir? Domuz gribi nedir? A tipi influenza virüsü olarak da bilinen H1N1 virüsünün sebep olduğu bir grip türü olan domuz gribi, sıklıkla kış aylarında görülen ve mevsimsel grip hastalığı ile aynı belirtilerle kendini gösteren bir hastalıktır. Domuz gribi şeklinde adlandırılmasının nedeni virüsün domuzlarda görülen grip hastalığına neden olan virüsler ile büyük benzerlik göstermesidir. Kuş, domuz ve insan griplerine neden olan virüslerin bir karışımı olan H1N1 virüsü, insanlarda yüksek ateş, boğaz ağrısı, öksürük, üşüme ve titreme gibi tipik soğuk algınlığı belirtileri ile kendisini gösterir. Virüsün hızlı bir şekilde yapısal değişikliğe uğrayabilmesi nedeniyle domuz gribi başlangıçta çok tehlikeli olmayan ve hafif seyreden bir hastalık iken zamanla daha tehlikeli bir hastalık haline gelmiştir. Domuz gribi, yediden yetmişe her yaştan insanı etkileyebilen, tehlikeli olabilen bulaşıcı bir hastalıktır. H1N1 virüsü olarak da bilinen Pandemik Influenza A adlı virüsten kaynaklı olarak gelişen bu hastalık, daha önceden kuş gribi olarak bilinen grip ile insan gribinin bir karışımı olarak ortaya çıkmıştır. İlk kez Meksika’da 2009 yılında insanlarda teşhis edilen hastalığın hızlı bir şekilde dünyaya yayılarak bir salgın haline gelmesi ile Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi alarmı verilmiştir. Temel olarak mevsimsel grip ile arasında pek bir fark olmayan bu hastalık, toplumda büyük bir kesimin daha önceden bu virüs ile karşılaşmamış ve bu hastalığa karşı bağışıklık kazanamamış olması nedeniyle mevsimsel gribe oranla daha ağır bir tablo şeklinde seyretmektedir. Domuz gribi belirtileri nelerdir? Domuz gribi hastalığı, yani H1N1 virüsünün sebep olduğu hastalığın belirtileri, mevsimsel grip ile hemen hemen aynıdır. Kişisel özelliklere göre değişmekle beraber domuz giribi belirtileri şu şekilde sıralanabilir; Ateş, Boğaz ağrısı, Öksürük, Vücut ağrıları, Baş ağrısı, Ateşe bağlı olarak üşüme en genel domuz gribi belirtilerindendir. Bunların yanında vücutta yorgunluk ve bitkinlik, nadir olmakla beraber kusma ve ishal bu belirtilere eşlik eder. Kronik hastalığı olan insanlar veya vücut direnci düşük olan insanlar, mevsimsel gribi daha ağır geçirdiği gibi domuz gribi hastalığını da daha ağır bir şekilde geçirirler. Hastalığı daha ağır seyreden hastalarda farklı sonuçlar ortaya çıkabilir. Çeşitli organlarda iltihaplanmalar görülebilir. İltihabın en yaygın olarak görüldüğü organ akciğerdir. Akciğer enfeksiyonu, yani bilimsel adıyla pnömoni hastalığın ölümle sonuçlanmasına sebep olabilir. Bunun dışında astım hastalığı, H1N1 virüsü ile birleştiği zaman ileri düzey solunum yetmezliğine yol açarak yine hastalığın ölümle sonuçlanmasına sebep olabilir. Domuz gribi nedenleri nelerdir? Domuz gribini ortaya çıkaran nedenler mevsimsel griple neredeyse aynıdır. Ancak bu gribe domuz gribi denmesi hastalarda ve sağlıklı insanlarda gerginlik yaratır. Domuz gribine neden olan H1N1 virüsü de grip virüsünün evrim geçirmiş bir başka halidir. Hastalığa bu adın verilmesinin nedeni, domuzlarda görülen grip virüsüne benzemesidir. İnsanlarda görülen domuz gribi virüsü kuşlarda, domuzlarda ve insanlarda görülenin bir karışımıdır. Hastalığa neden olan H1N1 virüsü geçirdiği evrim sonucu domuzdan insana bulaşmaya başlamıştır. Bu nedenle hastalık bir domuzdan insana solunum yoluyla gayet rahat bulaşır. Avrupa’da ve diğer birçok kıtada domuz çiftliklerinin çokluğu, bu hastalıkların insanlar arasında yaygınlaşmasında oldukça büyük bir etkendir. Hastalık yalnızca solunum yoluyla bulaşmaz, ayrıca H1N1 virüsünün bulunduğu bir domuz etinin, yeterince yüksek sıcaklıklarda pişirilmeden tüketilmesiyle de insanlara bulaşabilir. Türkiye’de domuz eti tüketimi oldukça az olsa da globalleşen dünyada, insanların birçok ülkeye seyahat etmesi hastalığın yaygınlaşmasını kolaylaştırır. Bu durum göz önüne alındığında hastalığın neden bu kadar yaygın olduğu oldukça açıktır. Geçmişte domuzdan insana bulaşan domuz gribi virüsü, günümüzde aksırma veya öksürme yoluyla oldukça kolay yayılmaktadır. Öksürme veya aksırma sırasında havaya saçılan virüs içeren damlacıklar, ortamda bulunan sağlıklı bir başka bireyin damlacıkları solumasıyla hastalığın bulaşması gerçekleşir. Yine hasta olan kişinin kullandığı bireysel eşyalardan da domuz gribi virüsü sağlıklı bireye rahatça geçebilir. Yalnızca özel eşyaların kullanılması değil, hasta kişi ile sağlıklı bireyin tokalaşması sırasında da hastalık bulaşması olası bir durumdur. Domuz gribi tanısı nasıl konulur? Domuz gribi tanısının bu konuda uzman olmayan kişiler tarafından koyulması pek mümkün değildir. Mevsimsel geçişlerde ortaya çıkan soğuk algınlığı ve gripten pek farkı olmaması, domuz gribi hastalığı tanısını zorlaştıran bir etmendir. Yorgunluk ve vücut kırgınlığı ile başlayan hastalık süreci normal grip gibi seyreder. Birçok hasta eğer düşürülmesi zor ateş sorunu yaşamıyorsa bir uzmana başvurma gereksinimi duymaz. Ancak her hastalık gibi gribin de her türlüsü ciddiye alınmalıdır. Hastalığın ilk evrelerinde, yani vücut kırgınlığının başlamasıyla beraber bir uzmana başvurulmalıdır. Hastalığın teşhisi PCR (Polymerase Chain Reaction) denilen yöntem ile konulsa da bunun her laboratuvarda uygulanması mümkün değildir. Bu nedenle daha kolay bir yöntem olan, burun akıntısı veya geniz akıntısı sıvılarının alınarak test edilmesi yöntemi yaygın olarak kullanılır. Bu yöntemde hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasından birkaç gün sonra, hastadan alınan mukoza tabakasında eğer H1N1 virüsü varsa, hastalık teşhisi domuz gribi olarak konulur. Yapılan testlerden sonra hastanın H1N1 virüsünün sebep olduğu domuz gribi hastalığına yakalandığı anlaşılırsa tedavide buna göre bir yol izlenir. Domuz gribi tedavi yöntemleri nelerdir? Domuz gribinden korunmanın en iyi yolu öncelikli olarak o hastalığa yakalanmaktan kaçınmaktır. Domuz gribinden kaçınmak için uygulanması gereken birçok yöntem vardır. Salgınların yaygın olduğu, özellikle mevsim geçişlerinde kalabalık ortamlardan kaçınmak, İş yerlerinde, evlerde ve okullarda en çok ortak kullanıma açık olan kapı kollarını, lavabo başlıklarını sık sık dezenfektanlar ile temizlemek, Hastalığa yakalanmış kişilerle yakın temastan kaçınmak, hatta mümkünse aynı ortamda bulunmamak, Eğer hastalığa yakalanılmış ise hastalığın daha fazla yaygınlaşmasını önlemek için maske kullanmak ve gerekirse sosyal yaşamdan uzaklaşmak, Evde kullanılan yatak örtüleri, yastık kılıfları, yorgan, çarşaf, havlu vb. kişisel eşyaların temizliğine dikkat etmek ve sık sık değiştirmek, Elleri sık sık, özenle yıkamak, Hastalığı meydana çıkaran H1N1 virüsü sürekli evrim geçirerek yapısı değişse de önerilen domuz gribi aşısı kullanmak, bu hastalıktan korunmanın en etkili yöntemleridir. Her ne kadar hastalıktan kaçınmanın çeşitli yolları olsa da H1N1 virüsünün sürekli evrimleşmesi ve buna bağlı olarak sürekli genetiğinin değişmesi sebebiyle domuz gribi tedavisinin kesin bir çözümü yoktur. Mevsimsel gripte kullanılan ilaçların birçoğu, domuz gribi tedavisi için de kullanılmaktadır. Mevsimsel gripte ve diğer bütün hastalıklarda olduğu gibi domuz gribi tedavisi için kullanılacak domuz gribi ilaçları da mutlaka doktor kontrolünde alınmalıdır. Yanlış alınacak ilaçlar vücudun direncini düşürebileceğinden ciddi sorunlara yol açabilir. Doktor kontrolünde alınacak ilaçlar dahi hastalığın ortadan kalkmasını sağlayamaz. Alınacak ilaçlar, domuz gribi hastalığından dolayı ortaya çıkan bulguların hafifleyerek, daha rahat bir hastalık geçirilmesini sağlar. Vücudun günlük rutini dışında ortaya çıkarttığı belirtileri her zaman dikkate alınız. Diğer tüm hastalıklarda olduğu gibi domuz gribinde de belirtiler, tedavinin erken başlaması için ipucu görevi görür. Bu nedenle kendinizde bu belirtilerin başladığını hissettiğiniz an çok gecikmeden bir uzmana görünmeyi ihmal etmeyin
-
Menopoz döneminde kadınların en büyük problemi hızla alınan kilolardır. Peki menopoz döneminde kilo alımı nasıl engellenir? Menopoz döneminde nasıl zayıflanır? Menopoz döneminde kadınların en büyük problemi hızla alınan kilolardır. Menopoza girmiş kadınların genel olarak sıcak basması, gün içi terlemeleri, gece terlemeleri, sinirlilik, halsizlik, yorgunluk gibi belirtilere sahiptir. Bunun yanı sıra menopoz döneminde hızlı kilo artışı görülür ve bu kiloları vermekte bir hayli zorlaşır. Menopoz döneminde yeterli ve dengeli beslenmek çok büyük önem taşır.Menopoz öncesinde yeterli ve dengeli beslenerek menopoz sürecine kişinin kendisini hazırlaması gerekir. Peki menopoz dönemi beslenme nasıl olmalıdır? Kilo alımı nasıl engellenir? Uzman Dİyetisyen Ayşey Tuğba Şengel anlatıyor… Menopoz Nedir? Menopoz: Kadınların östrojen ve progesteron hormon üretiminin azalması ile birlikte mestrüasyonun zamanla tamamen kaybolmasıdır. Kadınlarda genellikle 45-55 yaş aralığında görülen menopoz, ülkemizde ortalama 47 yaşında görülmektedir. Sosyo-ekonomik durum, beslenme durumu, genetik faktörler, sigara, alkol tüketimi ve otoimmün hastalıklara bağlı olarak menopoz durumu ve zamanı değişiklik göstermektedir. Kadınlarda östrojen hormonunun azalması ile birlikte metabolizma yavaşlamakta ve vücutta yağ yakımında azalma olmaktadır. Bu dönemde obezite, osteoporoz ve kardiyovasküler hastalıkların görülme riskinde artış meydana gelebilir. Vücut ağırlığı idealin üstünde olan kadınlarda menopoza girme durumu daha erken yaşta görülebilir. Menopozda Vücutta Meydana Gelen Değişiklikler Nelerdir? Menopoz dönemindeki kadınlarda sıcak basmaları, gece terlemeleri, uykusuzluk, huysuzluk, halsizlik, dikkat dağınıklığı gibi yaşam kalitesini olumsuz etkileyen şikayetler sık görülmektedir. Bu süreçte uygulanan hormon tedavileri ile bu şikayetler azaltılmaya çalışılmaktadır. Ancak yapılan bazı çalışmalar ilaç şeklinde kullanılan hormon alımını desteklerken, bazı kaynaklar bu konu hakkında daha fazla çalışmaya ihtiyaç olduğunu belirtmektedir. Menopoz döneminde en önemli değişiklikler hormonlarda görülmektedir. Üreme sisteminde işlevi olan hormonların azalması yumurtalık fonksiyonlarının da kaybına neden olmaktadır. Bu durumda östrojen azalır gonadotropinlerde artış görülür. Bu artış kadınlarda önemli sağlık sorunlarına neden olabilmektedir. Enerji Harcamasındaki Değişiklikler: Hormon seviyesindeki azalmadan kaynaklı enerji harcamasında da düşme meydana gelir. Aynı zamanda yaşa bağlı olarak yağsız vücut kütlesinde azalma, yağ vücut kütlesinde de artış görülebilir. Bu durumun en belirgin nedeni ise östrojen hormununun kan lipid seviyeleri üzerinde etkili olmasıdır. Östrojen düzeyindeki azalma kan lipid seviyelerini olumsuz yönde etkilediğinden dolaylı yoldan da olsa, kardiyovasküler hastalık riskinde artış görülebilir. Kemik Mineral Yoğunluğundaki Değişiklikler: Menopozda idrarla kalsiyum atımı artış göstermektedir. Östrojen düzeyinin azalması ile birlikte kemik kaybının doğru orantılı olduğu bildirilmiştir. Kalsiyum atımı hızlanır ve kalsiyum emilimi azalır böylelikle kemik kaybında artış görülmektedir. Kemik kaybının önlenebilmesi için kalsiyum içeriği yüksek beslenme planı düzenlenmeli gerekli olduğu durumlarda takviye kalsiyum suplementi alınmalıdır. Aksi taktirde kadınlarda kemik mineral yoğunluğunun azalması ile birlikte osteoporoz gelişimi görülmektedir. Bu durumda kadınlarda %50 kemik kaybına neden olmaktadır. D vitamin eksikliği de kalsiyum emilimini azaltmaktadır. Düzenli kontrollerle serum D vitamin düzeyine baktırılmalıdır. Menopozda Beslenme Nasıl Olmalıdır? Menopoz döneminde kadınların yeterli, dengeli ve sağlıklı beslenmesi gerekmektedir. Beslenmede çeşitlilik oluşturulmalıdır. Menopoz döneminde özellikle kalsiyum içeriği yüksek besinlerin tüketiminin artırılması önerilmektedir. Enerji, kafein ve yağdan kısıtlı beslenme sağlanmalıdır. Beslenmede vitamin ve mineral dengesi sağlanmalıdır. Besin öğesi olmayan fitokimyasalların kronik hastalık riskine karşı koruyucu olduğu bildirilmiştir. Kuru baklagillerden soyanın östrojen benzeri (fitoöstrojen) maddeleri içerdiği bildirilmiştir. Yağ ve tuz içeriği yüksek besinlerin tüketimi kısıtlanmalıdır. Hormonal değişikliklerden dolayı bazal metabolizma hızı yavaşlar ve vücutta yağlanmaya neden olmaktadır. Aşırı tuz tüketimine bağlı olarak alınan sodyumda vücutta su tutumuna ve ödeme neden olmaktadır. Özellikle karın bölgesinde yağlanma meydana geldiği ve kronik hastalık riskinde artışa neden olabileceği bildirilmiştir. Ayrıca hormonal değişim sonucu lipid düzeylerindeki değişiklik kalp-damar hastalık riskini artırmaktadır. Vücutta aşırı yağlanma insülin direncine neden olabilmektedir. Bağırsak faaliyetlerinin düzenlenmesi için suda çözünmeyen posa (buğday kepeği, tam buğday unu, sebzeler) içeriğinin artırılması önerilmektedir. Ana ve ara öğünlerde sebze ve meyve tüketiminin artırılması önerilmektedir. Yeşil yapraklı sebzeler, kuru baklagiller ve pekmez de kalsiyumdan zengindir. Besinlerle günlük D vitamini gereksinmesi karşılanamadığından, güneş ışınlarından yeterince yararlanılmalıdır. Hayvansal kaynaklı yağların beslenmede kısıtlanması önerilmektedir. Omega-3 yağ asitlerini içeren balıkların tüketimin artırılması önerilmektedir. Böylece kalp-damar hastalıklarından koruyucu etki artmış hem de kemik sağlığının korunmasına yardımcı olacaktır. Tuz tüketiminin günlük 5 gramın altında olması önerilmektedir. Günlük su tüketimi ortalama 8-10 su bardağı olması önerilmektedir. Asitli ve kafeinli içecek tüketimi sınırlandırılmalıdır. Yemekler buhar, ızgara ya da fırında pişirilmesi önerilmektedir. Düzenli fiziksel aktivite önerilmektedir. Menopoz Döneminde Tüketilmesi Gereken Besinler Nelerdir? Yumurta, kurubaklagiller, kırmızı et, balık çeşitleri, yoğurt, kefir gibi kaliteli protein kaynakları; tam tahıllı ekmek, kinoa, bulgur gibi karbonhidrat çeşitleri; Mevsim meyve ve sebzeleri tercih edilebilir. Östrojene benzeyen; kuru fasulye, bezelye,soğan, sarımsak, soya, brokoli, havuç, keten tohumu gibi fitoöstrojen olarak da adlandırılan besinler daha sık tüketilebilir. Bu dönemde bazı bitki çaylarından da yararlanılabilir. Rezene, ıhlamur, yeşil çay, civaperçemi, anason, kekik gibi çaylar içilebilir
-
'Bir adın kalmalı' şiiri - Ahmet Hamdi Tanpınar
Feneroin posted a topic in EDEBiYAT / KÜLTÜR / SANAT
Cumhuriyet neslinin ilk öğretmenlerinden olan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın en sevilen şiirlerinden Bir Adın Kalmalı Geriye... “Bursa’da Zaman” şiiri ile geniş bir okuyucu kitlesi tarafından tanınmış olan Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet neslinin ilk öğretmenlerindendir. Cumhuriyet dönemi şairi, romancı, deneme yazarı ve edebiyat tarihçisi olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en sevilen şiirlerinden Bir Adın Kalmalı Geriye… Bir adın kalmalı geriye bütün kırılmış şeylerin nihayetide aynaların ardında sır yalnızlığın peşinde kuvvet evet nihayet bir adın kalmalı geriye bir de o kahreden gurbet sen say ki ben hiç ağlamadım hiç ateşe tutmadım yüreğimi geceleri, koynuma almadım ihaneti ve say ki bütün şiirler gözlerini bütün şarkılar saçlarını söylemedi hele nihavent hele buselik hiç geçmedi fikrimden ve hiç gitmedi bir topak kan gibi adın içimin nehirlerinden evet yangın evet salaş yalvarmanın korkusunda talan evet kaybetmenin o zehirli buğusu evet nisyan evet kahrolmuş sayfaların arasında adın sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı bu sevda biraz nadan biraz da hıçkırık tadı pencere önü menekşelerinde her akşam dağlar sonra oynadı yerinden ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca sen say ki yerin dibine geçti geçmeyesi sevdam ve ben seni sevdiğim zaman bu şehre yağmurlar yağdı yani ben seni sevdiğim zaman ayrılık kurşun kadar ağır gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın yine de bir adın kalmalı geriye bütün kırılmış şeylerin nihayetinde aynaların ardında sır yalnızlığın peşinde kuvvet evet nihayet bir adın kalmalı geriye bir de o kahreden gurbet beni affet Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç Ahmet Hamdi Tanpınar-
- adın kalmalı geriye
- ahmet hamdi tanpınar
-
(1 etiket daha)
Konudaki etiketler:
Bilgi ve efsane
Bildiklerinizi paylaşın; Çünkü bu, efsane olmaya giden yoldur
Güncel önemli konular
Korona ve sağlığımız